Burada bir misal zikretmek istiyorum: Holding müdürü bir dostumuz vazifesinden alınmıştı. Sade bir vatandaş olmuştu. Bir ara ziyaret ederken kendisini pek müteessir bulmuştuk. Bunun üzerine kendisine, "Hiç korkma, sen düşsen düşsen bizim durumumuza düşersin. Biz bu hayatı yaşadığımıza göre, huzurlu olduğumuza göre, sen de pekala yaşarsın" demiştim. Belirli bir zamandan sonra yine kendisiyle görüştüğümde önceki durumunun aksiyle karşılaştım. Keyifliydi.
"Geçenlerde ilk kez belediye otobüsüne bindim. Halkla birlikte oldum. Meğer ben şimdiye kadar özel arabamla gidip geldiğimden dolayı halkın duygu ve düşüncelerinden uzak kalmışım. Halkla birlikte olmak ne kadar güzel" dedi.
Dindar insanın düşeceği yer yoktur aslında. O zaten hayatını mütevazi bir şekilde sürdürüyordun Ama yukarıdakilerin çok alışkanlıkları vardır, vazgeçemeyecekleri vardır. Hayat pahalılığından, maddi sıkıntılardan dolayı bazı alışkanlıklarından vazgeçecek durumda kaldıklarında huzursuz olurlar. Bir halk otobüsünde yolculuk bile mesele olmakta onlar için.
Bu sebeble bizler İslam büyüklerinin hayatlarına bakmak durumundayız. Onlar bu sıkıntıları nasıl karşılamışlar, bunu öğrenmek zorundayız. Efendimiz (a.s.m.) bu konuda bir ikazda bulunmuştur: "Ahirzamanda öyle bir durum olur ki erkeğin (aile reisinin) felaketi kadınının ve çocuklarının eliyle olur."
Sahabeler, "Hanım kocasının felaketini nasıl ister, çocuklar babasının felaketini nasıl ister, bunu nasıl yapar?" diye sorarlar. Efendimiz (a.s.m.) şöyle devam eder:
"Evet, hanım kocasının felaketini ister, çocuklar da babasının felaketini ister. Bu aile reisi mütevazi geliriyle ailesinin geçimini sağlarken, hanımı ve çocukları çevrede lüzumsuz şeyleri görürler, aşırı isteklere kapılırlar. Bundan dolayı kendisini rahatsız ederler. Baskılara dayanamayan aile reisi, istekleri karşılayabilmek için helal kazancını bırakıp, harama meyleder. Rüşvete, suistimalata ve benzeri gayrimeşru yollara başvurmak zorunda kalır. İşte çocukların, hanımın aile reisini felakete atmaları böyle olur."
Demek öyle bir zaman gelecek ki, hanımın ve çocukların istekleri çoğalacak, çevrede görenek belası artacak ve evin reisi helakete gidebilecek. Lüzumsuz diyoruz çünkü, onlarsız da yaşamak mümkün. Ama herkeste mevcut bulunduğundan, herkes ihtiyaç olarak kabul ettiğinden lüzumlu olmuştur. İşte bu aşın istekler beyi sıkıştırır. Öyleyse hanım ve çocuklar babanın helal rızkına göre hareket etmelidirler. Kısacası, ayaklarını yorganına göre uzatmalılar. İsraflı yaşayan laubalilere özenmemeliler, ölçüyü iyi tutmalılar.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bunun ölçüsünü vermistir. Buyurmuştur ki: "Maddi konularda kendinizden aşağısına bakın, ancak dindarlıkta kendinizden yukarısına bakın. O zaman hayatınızdan zevk alırsınız, huzur bulursunuz."
Mesela, dindarlıkta kendinizden yukarısına baktığınızda o dindar adama doğru yükselmek istersiniz. Manen tekamül ihtiyacı duyarsınız. Manen tekamül ettikçe de huzuru bulursunuz. Maddi konularda da sıkıntı duyarsanız kendinizden aşağıda olanlara bakınız. O zaman nimet içerisinde olduğunuzu farkedeceksiniz. O zaman da hayatınızdan lezzet alacaksınız.
Bundan dolayıdır ki, bazı insanlar arasıra hastanelere gider, hastaları ziyaret eder. Hastaneden çıktıkları zaman da kendi hayatına karşı bir ısınma, bir sevinme, halinden razı olma duygusunu kazanırlar. Ve düşünür kendi kendine: "Elhamdülillah elim tutuyor, gözüm görüyor, ayağım yürüyor. Ama bu hastanede yatağa sarılmışçasına yatanlar var. Ya ben de böyle olsaydım. O zaman ne olurdu?" Bu düşünce kendi hayatına mutluluklar kazandırır.
Demek ki, maddi manada kendimizden aşağıdakilere bakmalıyız ki, huzur duyalım. Dini manada da kendimizden daha yukarılara bakmalıyız ki, manen inkişaf edelim.
İbrahim Ethem Hazretleri diyor ki, "Her pahalılıkta ben kazandım." Kendisine bu sözünü açıklamasını istemişler, şöyle demiş: "Et pahalandı mı hiç almam. Ucuzken aldığım eti pahalandığında hiç almam. Ete boykot ederim. Bir de bakarın ki, ucuzken aldığım etin parası da bana kalmış."
Şunu söylemek ister İbrahim Ethem Hazretleri: Gelin biraz ortalık pahalılaşınca kendimize çekidüzen verelim, bazı alışkanlıklarımızı terkedelim. Aldığımız şeylere de ara verelim. Göreceksiniz ki bolluk olacak, paramız da yanımıza kalacak.
İslam büyüklerinin hayatlarına baktığımızda, aşırılıklardan, fazla isteklerden ve isteklerinin yerine getirilmesinden korkmuşlardır. Öyle korkmalarına da bir ayet sebep olmuştur: "İnsan dünyada bir eli yağda, bir eli balda yaşarsa, tüm istekleri yerine gelirse, denilir ki, bu adam hiçbir şeyden mahrum kalmamış, herşeye nail olmuştur. Bu sebeble de İlahi huzura çıktığı zaman Rabbimiz ona der: 'Ey kulum, ben seni bir sıkıntı içinde bırakmadım, arzuların yerine getirildi, hiçbir şeyden mahrum bırakılmadın. Söyle bakalım sen bunlara karşılık şükür olarak ne yaptın? "
Bu ayeti okuyan Sahabeden Abdurrahman bin Avf Hazretleri endişe etmiş. Kendisi, işi yolunda olan bir sahabeydi. "Toprağı tutsam altın oluyordu" diyen Abdurrahman bin Avf Hazretlerinin işleri günden güne gelişiyordu. Bu durumdan endişeye düştüğünden koşa koşa Hazret-i Aişe validemize gelip "Bende mi yoksa ayetin bahsettiği kişilerin durumuna düşüyorum?" diye sorar.
Hazret-i Aişe validemiz neden böyle bir endişeyi taşıdığını sorar. Sahabe, "Ne yapayım işlerim hep iyi gidiyor" diye konuşur. Bunun üzerine Aişe validemiz "Ben Resulullah'tan (a.s.m.) işittim ki, beni görenlerin içerisinde öyle kimseler de olacak ki beni görmeleri sadece dünyadan ibaret olacak" diye konuştu.
O zaman Abdurrahman bin Avf Hazretleri, "Eyvah ben Resullullah'ı (a.s.m.) dünyada gördüm, âhirette görmeyeceklerden miyim yoksa?" diye feryad eder. Aişe Validemiz ikaz eder:
"Hayır, kolayı var. Cenab-ı Hakkın sana ihsan ettiği imkândan infak et. İmkânına münasip bir şekilde sadaka ver. Böylelikle, âhirette Resulullah'ı görmekten mahrum kalmazsın."
Dindar insanlar, mütevazi hayatın peygamberler hayatı olduğunu, maneviyat büyüklerinin hayatı olduğunu bilirler. Efendimizi hatırlarlar, onu örnek alırlar. Kendi hayatındaki sıkıntıya teselliler bulurlar. Bu dindarlığın faydasıdır, imanın faydasıdır.
Efendimiz (a.s.m.) sabah namazından çıkınca evine gelir ve "Yâ Aişe kahvaltılık ne var?" diye sorar. Hazret-i Aişe Validemizin cevabı çok manidardır, "Yâ Resulallah, şu ana kadar kahvaltılık birşey yok. Bakalım akşama doğru Rabbimiz bize birşeyler lütfeder mi?" Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.) de, "Madem bugün yiyecek birşey yok ben de oruca niyet edeyim" der. O gün akşama kadar oruç tutarak, yokluğu, sıkıntıyı ibadete çevirir.
İslam büyükleri Efendimizi (a.s.m.) hep örnek almışlar, varlık içinde iken dahi yokluk hayatını tercih etmişler, ekonomik sıkıntıyı yaşamışlar, nefsi şımartmamışlar, şeytanı şımartmamışlardır. Böylece ruh yükselmiş his yükselmiş ve maneviyat yükselmiştir, olgunluklar elde etmişlerdir.
Hazret-i Mevlana da işte bunlardan biridir. Efendimizi (a.s.m.) adım adım takip etmiş bir şahsiyettir. O da bir sabah eve gelince hanımına sorar:
"Hanım kahvaltılık ne var?" Hanımı da Hazret-i Aişe validemizin cevabını verir:
"Şu anda kahvaltılık hiçbir şey yok. Bakalım ileriki saatlerde Rabbimiz ne gösterecek?" Hazret-i Mevlana'nın cevabı da Efendimizin cevabıdır:
"Hanım, bugün evimiz Peygamberimizin (a.s.m.) evine benzemiştir, ne mutlu bize. Öyleyse ben de Peygamberimize (a.s.m.) benzemek istiyorum, ben de oruca niyet ediyorum."
Efendimiz (a.s.m.) böyle, onu takip eden maneviyat büyükleri de böyle. Eğer, bu sıkıntılardan bize de pay düşecekse, biz de nefsimizle başbaşa kalacaksak, bu olaylardan bu ibretlerden bir pay alıp kendi hayatımıza bir çekidüzen vermeliyiz.
Maneviyat büyüklerinden biri mütevazi sofrasında yemek yerken, hanımı sitem edercesine, "Efendi, soframızı görüyorsun; ekmek, zeytin ve sudan ibaret. Ben bu sıkıntılardan artık tükendim, tahammülüm bitti. Ne olur dua et de, Rabbimiz bizi bu durumdan kurtarsın" der.
Maneviyat büyüğü, "Peki" diyerek elini arkasına atar ve bir altın kerpiç alır sofraya koyar.
Hanımı şaşkınca, "Efendi bu nereden geldi?" diye sorar. Maneviyat büyüğü durumu şöyle açıklar:
"Rabbimiz bu mütevazi ve sıkıntılı hayata tahammül ve sabrımıza karşılık olarak Cennette bizim için altından bir köşk yaptırıyordu meleklerine. Sen tahammül edemez duruma geldiğin için o altın köşkten bir kerpiç aldım. Al istediğin kadar kullanabilirsin."
Hanımı bunun üzerine, "Hayır, efendi sen al o altın kerpici yerine bırak da Cennetteki köşkümüzün duvarında bir gedik olmasın. Bugünler de geçer nasılsa" der.
İslam büyüklerinin hayatlarına baktığımızda görürüz ki; bizim zorla girdiğimiz sıkıntılı hayata onlar isteyerek girmişlerdir. Bir maneviyat büyüğü de der ki, "Sizleri yemek öldürdü, bizleri ise, açlık diriltti."
Birgün Efendimizin (a.s.m.) evine yabancı bir kadın gelir. Bakar ki sedir üstünde keçe yatağı var. Aişe validemize, "Ya Aişe bu nedir?" diye sorar. Der ki:
"Orada Resulullah yatıyor." Kadın tekrar; "Resulullah'ın (a.s.m.) yatağı bu mu?" der ve başlar ağlamaya. Kadın niye ağlar? Çünkü kadının çok koyunları ve bu koyunlarının yününden yaptığı kocaman kocaman yatakları vardır. Kendisi de, beyi de o yatakların üzerinde yatıyorlar. Kadın gider ve az sonra elinde kocaman bir yün yatakla çıkagelir. Getirdiği yün yatağı keçe yatağın üzerine serererek, "Ya Aişe, Resulullah'a (a.s.m.) hediyemiz olsun. Şu keçe üzerinde değil de yün yatakta yatsın" der. Kadın gittikten az sonra Resulullah (a.s.m.) gelir. Kocaman yatağı görünce, "Ya Aişe bu nedir?" diye sorar. Hazreti Aişe validemiz de olayı olduğu gibi anlatır. Efendimiz (a.s.m.) bunun üzerine tebessüm ederek;
"Ya Aişe! Söyle bu hanım yatağını geri götürsün. Ben keçe yatak üstünde yatmayı tercih ediyorum. Şayet ben yün yatak isteseydim, çok daha âlâsını bulurdum. Ben Uhud'a giderken taşlar bana, 'Ya Resulallah (a.s.m.), emret altın olalım ve hem de senin peşinden yuvarlanarak kapına kadar gelelim' diyorlardı. İsteseydim Uhud'un taşları altın olur ve hazineme girerlerdi, ancak ben istemedim" der;
Efendimiz (a.s.m.) Hazretleri, bu maddi mahrumiyetler içerisinde de ibadette zirveye çıkıyordu. O kadar çok ibadet ediyordu ki, onun o halini görenler şaşırıyorlardı. Birgün biri kendisine, "Ya Resulallah, bu ne ibadet hali, namazda ayaklarınız şişiyor. Halbuki Kur'ân-ı Kerimde Rabbimiz sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı da affettiğini buyuruyor" der. Efendimiz (a.s.m.,) şöyle cevap verir:
"Şükreden bir kul olmayayım mı?"
Peki, Efendimiz (â.s.m.) neye şükrediyordu? Bizim gözümüzle bakacak olunsa, üzerinde şükredecek kadar bir zenginliği, serveti, nimeti yok. Çünkü bizim bakış açımıza göre, şükrü gerektiren şeyler, servettir, maldır ve zenginliktir. Para olmayınca sanki şükrü gerektiren birşey yok. Öyle zannediyoruz. Ama Efendimiz (a.s.m.), nice nimetler görüyor ki, şükrü gerektirmektedir. Bu sebeple ayakları şişinceye kadar ibadet etmektedir.
Biz de şükrü gerektiren şeyleri sadece para olarak kabul etmemeliyiz. Üzerimizde öyle nimetleri vardır ki, büyük şükürler gerektirmektedir ve o nimetleri hatırlamak bize lezzet verir, huzur verir ve hayatımıza neşe getirir.
Mesela gözünüzü düşünün. Bir sohbet ortamında birşey dikkatimi çekti. Birisi içeri gelince yanımdaki adam ayağa kalktı. Kendisine bunu niçin yaptığını sordum. Dedi ki: "O göz doktorudur. Benim gözümde bir rahatsızlık vardı. Yanına gittim, muayene etti ve bir ilâç verdi. Hemen iyileşti. Onun için kendisine saygı duyuyorum, ayağa kalkma gereğini hissediyorum."
Peki, var olan gözündeki bir rahatsızlıktan dolayı bir doktora teşekkür eder ve saygı için ayağa kalkarsın da, o yoktan var eden Allah'a nasıl teşekkür etmeli ve ona nasıl ibadet etmelisin? O gözü, o kulağı yoktan var eden Allah'a nasıl ibadet etmeli? O ayağı var eden Allah'a nasıl hamd etmeli? O kalbi yaratıp saat gibi çalıştıran Allah'a karşı nasıl bir minnettarlık içinde bulunmak lazım? O beyni çalıştıran Rabbe karşı nasıl bir ibadet halinde olmak lazım? Kısacası üzerimizde nice nimetler vardır ki, onları düşünmemiz gerekir.
Nimeti paradan ibaret saymak çok yanlıştır. Hastanelere bakın, orada hastalar göreceksiniz. Onlar ne para isterler, ne de mal-mülk. Sadece Cenab-ı Haktan sıhhat isterler. Sıhhatlerinin iadesini isterler. Ve derler ki: "Rabbimiz bize sıhhatimizi versin, olmazsa çıkarken köşebaşında mendilimizi açar dilenmeye de razı oluruz."
Şimdi üzerimizde Rabbimizin nice nimetleri var; elimiz tutuyor, ayağımız tutuyor, her tarafımız sıhhat fışkırıyor adeta. İşte biz böyle büyük ve paha biçilmez nimetler içerisindeyken farkında olmadan maddi sıkıntıların kıskacında eziliyor, halimizden şikâyet ediyor, nimetleri görmez hale geliyoruz. Bu yanlıştır. Üzerimizdeki çok kıymetli nimetlerin farkına varmalı, düşünmeli ve böylece hayatımıza bir zevk, bir lezzet ve bir neşe kazandırmalıyız.
Muhakkak ki, evdeki ekonomik sıkıntıyı en başta hanımlar duyar. Mutfağa girince istediği malzemeleri bulamayınca yemek yapamaz veya iş yapamaz durumda kalırlar ve bu eksikliklerin ezikliğini ilk önce onlar hissederler. Ama şurası muhakkak ki, kendimizi gelirimize göre düzenlemeli, çevreye göre düzenlemek gibi bir yanlışa girmemeliyiz. Herkesin hayat anlayışı kendine göredir. Herkesin geliri de kendine göredir. Biz kendimizi kendimize göre ayarlamalıyız. Çoğu kez sıkıntılar da bundan ileri gelir. Burada yanılmaya maruz kalıyoruz.
Cenab-ı Hak içinde bulunduğumuz ekonomik sıkıntıları inşaallah kaldıracaktır üzerimizden. Bu imtihanı da inşaallah vereceğiz. Ne var ki yoklukta isyan edenler imtihanı kaybetmiş, ne kadar sabırlı, anlayışlı olduklarım ortaya koymuşlardır.