Yağmur damlalarının pencerede çıkardığı tıkırtıların insanın içinde büyüttüğü çukurlara düşmemek için elimden geleni yapıyordum. Ama nâfile! Her seferinde kendimi bu iç sıkıntısı denen gam deryasının tam ortasında, yüzmeyi bilmeyen bir köpek yavrusu gibi buluyorum. Böyle anlarda kolaya kaçmak en iyisidir derler, o yüzden sigara alma bahanesinin arkasına sığınıp dışarı, şehrin keşmekeş gölgesinin kıyısından yürümeye karar verdim.
Su birikintilerine sirâyet etmiş binaların sûretlerini bir şeylere benzete benzete, abullabut kaldırımların, paramparça olmuş asfalt yolların arasından caddeye çıktım. Cadde de sokaktan farksız, yalnızca biraz daha kalabalık. Evden çıkarken iç cebime koyduğum paketten bir tane yakmaya karar verdiğim anda, caddenin sonlarındaki caminin avlusunda bir tabutla göz göze geliyorum. Yanında yöresinde kimsecikler yok, hayal mi görüyorum acaba diye gözümü başka yerlere kaçırıp tekrar avluya bakıyorum ama yok, musallanın üzerinde durgun sularda rotasız salınan kayık gibi öylece duruyor. Kendimi tabutun başına sürüklememek için elimden geleni yapıyorum ama olmuyor, çalakalem yaktığım sigaranın burnuma kaçıp beynimi yakan dumanını dahi hissetmeden kendimi imam kayığı nam, tahta sandukanın önünde buluyorum. Az sonra imam çıkageliyor.
“Kim bu tabutta yatan?”
“Mahallenin meczubu Davut. Dün gece türbede donmuş garip.”
Davut… Nam-ı diğer Davut Baba.
İlk gençlik çağlarımın o coşkun nehirlerin çağlaması gibi çabucak geçtiği zamanların birinde, oturduğum sabahçı kahvesinin tam karşısındaki çöpleri hayatın sırrını arıyormuş gibi didik didik ederken görmüştüm ilk defa. Nedense çok ilgimi çekmiş, uzun uzun seyre dalmıştım bu adamı. Çöpten kim bilir hangi dilberin ayakkabısından koptuğu belli olmayan bir topuk bulup içli içli gülmüştü de torbasına özenle yerleştirmişti. Upuzun sakalları saçlarıyla birleşmiş, bıyıklarının üst kısmı acemi bir ressamın fırça darbelerini andıran sarıyla bezeliydi. Kaşları öylesine uzun ve titrekti ki, tek başına bir şiire konu edilebilir, üzerine hikâyeler düzülebilirdi.
Çok sonraları birkaç kez daha görmüştüm elbet. Bir keresinde dayanamayıp takip bile etmiştim. Mahallenin uzak köşesinde, çocukken içinde ters ayaklı üç harflilerin düğün yaptığı söylentisiyle saç diplerimizin acıdığı türbeye yaşıyordu. Orası gerçekten türbe miydi, kimse bilmiyordu aslında. Kerpiçten yapılmış duvarlarının çoğu yıkılmıştı, yıkılmayan duvarlarsa yıkılmadığının farkında değildi henüz.
İlk seferinde korkudan girememiştim türbeye, uzaktan izlemiştim sürüsüne kendinden büyük kurdun daldığı köpekler gibi. İkinci seferde ise gözümü karartmıştım artık, ne olursa olsun girecektim. Merak ediyordum zira o yaşlarda her çocuğun yaptığı gibi gerçek dünyayı tanımaya çalışıyordum.
Karanlığın karanlıklardan taşa taşa evlerin çatılarına çöktüğü, mahallenin kimliği belirsiz kahramanlarının inlerinden yavaş yavaş kafalarını dışarı çıkardığı bir saatte, türbenin karşı kaldırımında durdum. İçerde bir gölge, mum ışığında ahenkli bir valse tutuşmuş, kafasını bir sağa bir sola devirerek çok güzel bir şeyi kutluyor gibiydi. Kalbimi şakaklarımda hissetmeye başladığımı ansıyorum. Gölgesinde kim bilir kimlerin uyuduğu ağaçlardan yapılma yıkık dökük kapıyı aralayıp içeri girdim. Türbenin tam ortasında, üzeri yeşil bezle örtülmüş uzunca bir sanduka, başında da yanmaktan görene âh û vâh eden bir mum vardı. Davut Baba’nın üstü çıplak, beli ise çuvala benzer bir kumaşla sarılıydı. Dizlerinin üzerine çökmüş, kafasını göğe kaldırmış, çok eski bir ahbâbı görmüş gibi bir tebessümün çöktüğü suratında bihûş ve ağlamaklı… Korkuyordum, korkum ağzımdan taşacak gibiydi sanki. Hemen oradan kaçıp gitmek istemiş ama kalma isteğimin kollarıma sardığı zincirlerden bir türlü boşanamamıştım.
Davut Baba beni gördü, yüzündeki tebessüm kabına sığmadı, dişlerini göstere göstere ellerini açtı ve beni kucakladı. Elini suratımda gezdirmeye, yanan sönen parlayan görülmeye hissedilmeye değer ne kadar şey varsa yoklamaya başladı. Ayağa kalktı birden, yeşil bezi kaldırıp sandukanın ağır kapağını kaldırdı, elini içine soktu ve sarılmış zıvanalanmış kalınca bir sigaralık çıkardı. Bunu öyle hızlı yaptı ki, bir an her şeyi ben gelmeden önce talim ettiğini düşündüm. Eskilerin âbâd dedikleri şey Davut Baba’nın saçlarından dökülüyordu, sigarayı ağzına götürüp ayağa kalktı.
“Demm dem’i Haydar,
Sahip kılandır,
Münkire tir,
Yezide hançer,
Ârife şükr,
Yûh yezide
Çıksın iki güzide
Demm olmasın zemm”
Arzın câzibesi kayboldu sanki, rüyalardan yapılma bir barakanın içinde, elinde dumanlı bir sihirli değnekle mum ışığının etrafında pervâne gibi dönüyordu ve anlamını bilmediğim kelimelerden şiirler okuyordu Davut Baba. Demm olmasın zemm! Sigaradan bir nefes çekmemle harmanlığın güzel türküler gibi dehlizlerinde buldum kendimi.
“Bağlı bulunduğu Barak Baba tekkesinin namaz kılmayana kırk değnek cezasını kabullenemeyen Baba Davûd çilesini bir başına çekmeye karar verdi. Ona göre tek ibadet ‘Allah û ekber!’ demekti, diğer bütün şeyler insanı Allah’tan uzaklaştırıyor, dünyaya bağlıyordu. Daha evvelinde üzerine geçirdiği keçi derisinden yapılma çul ve börkü de tekkede bırakarak eşyaya imanı tamamen terk etmişti. İnsanın özü çıplaklıktı, bugün üzerine esvabları geçirenler kurtuluşlarını örtmekte, vahdet sırrından bihaber yaşamaktaydı. Baba Davûd artık çıplak bir Kalender’di…
Boynuna kendi eliyle söktüğü azı dişlerinin dizili olduğu bir kolye geçirmişti, sebebi çok yemeği yani oburluğu terkti. Onun hemen altında ağaçtan oyulmuş keşkül-ü fukâra nam bir kâse vardı, sebebi dilenerek geçimini sağlayarak nefsi terkti. Koluna astığı ipte ise nefir vardı. Bu, afyon nebâtını saklamak içindi. Sebebi, afyon çekip Allah’ı yaklaşıp dünyayı terkti. Bir elinde zengûle taşır, geceleri onu çalıp kendi etrafında semah dönerdi, ateş aşkından tutuşup can veren pervânelere benzemek içindi. Diğer elinde bir balta taşımaya başladı, sebebi hayvanî ruhu terbiye edip denetimde tutmaktı.
Baba Davûd önce kendini kendinde yok edip yeniden var etti: fenâfillâh oldu. Eşyaya imanı terk etti: fakr oldu. Rabbini gördü: tecelli sırrına varıp eridi, erdi ve velâyete ulaştı. Çünkü biliyordu ki, Muhammed efendimiz de ‘Mûtû kable en temûtû.’ buyurmuştu, ölmeden önce ölünüz…
Baba Davûd artık istirahâtgâh ve ibadethane olarak bir mezarlığı ev edinmişti. Bunun sebebi de ruhun aşka vardığı tek yerin kabristan olduğu inancıydı. Her nefis ölümü tadacaktı ve tattı da, ölüler kentinde kimsenin kimseye bir üstünlüğü yoktu, herkes eşit ve kalenderdi. Artık her sabah soğuk suyla duş alıyordu, cinsî duygulardan arınmak için, şakaklarını dağladı, soğuktan korunmak için, her şey günahkâr bedenini zapturapt altına almak içindi. Baba Davûd ne zaman bir kuşun ötüşünü işitse, bi güneşin tepenin ardından belirmesini görse, koluna yanında gezdirdiği baltanın ucuyla derin bir çizik atardı. Mutlu hissederdi çünkü, bu eşya mutluluğu olduğundan gerçek mutluluktan çok uzaktaydı. Eşya mutluluğu insanı bir böceğe dönüştürürdü her daim. Vücudu çiziklerle bezeliydi fakat en belirgini karnındaki üç harfti. Derince dövülmüş elif, dal ve mim harfleri dikkat çekiyordu. Bu, Adem isminin harfleriydi, bu çok eski bir meseleydi.
Batîn olanın zâhire üstünlüğünü her gece çektiği afyonun kafasına verdiği tarifsiz harmanlıkta anlıyordu Davûd, iç yani batîn, dıştan yani zâhirden üstündü. Çünkü iç bilinmezdi, cindi, mecnûn ve meczuptu. Kendi gibi, meczuplar Allah’ın biricik kullarıydı. Bu sırra ulaştı ulaşalı kimseyle konuşmamaya başladı. Hemen her gün mezarlıkta dans edip Allah’ı anıyor, acıktığı zamanlarda ağaçların yapraklarını çiğniyordu. Yalnıza afyon ihtiyacını karşılamak için insanların arasına karışıyor, komşu tekkelerdeki dervişlerden afyon tedarik ediyordu. Bu böyle günler, aylar, senelerce sürdü. Ve işte tam bu türbenin olduğu yerde, Baba Davûd deliliğin dâhiliğin tarlasını paramparça ettiğini ispat etti. Dünya aklını terk edip ahir usa erişti. Allah’a öyle yalvardı ki, öyle içli çekti ki afyonu ruhu burun deliklerinden duman misali çıkıp gökyüzüne karıştı.”
“Hakkınızı helâl ettiniz mi?”
Kendime geldiğimde, aheste aheste yağan yağmurun altında imam ve tabutla beraber, çok büyük bir dumanın içindeki üç hare gibiydik. İmam benden başka cemaat bulamadığı için namaza başlamış, hatta çoktan bitirmişti.
“Hakkınızı helâl ettiniz mi?”
Hakkımı helâl ettim. Bütün delilere, bütün içlilere, cinlere, ceninlere, mecnûn ve meczuplara. Esrâr âleminin yüce papazı, Davut Baba’yı çok sonra ruyamda gördüm. İyiydi, gülüyor ve dans ediyordu.