Devlet işlerinden arta kala vakitlerinde dinlenmek için sarayın arka bahçesine çıkar, ağaçları, kuşları, denizi seyrederdi zaman zaman.. O gün deniz, ağaçlar, kuşlar bir başka güzeldi, yalnız ağaçların birkaç tanesinin yapraklarının buruştuğunu fark etti. Hemen ağaçlara yaklaştı ve eliyle tutup bir tanesini incelemeye başladı. Biraz sonra yaprakların neden buruştuğunu anladı.
Karıncalar sarmıştı o güzelim ağaçların gövdesini ve dallarını. Aklına bir çözüm geldi. Ağaçları ilaçlatacaktı. Böylece ağaçlar karıncalardan kurtulacak ve rahat bir nefes alacaktı. Fakat birkaç dakika daha düşününce bu fikrin çok da doğru olmadığını anladı. Karıncalar da can taşıyordu, ağaçları ilaçlatırsa onlar ölebilirdi.
İşin içinden çıkamayacağını anlayan Kanunî, bu konuyu danışmak için Ebussuud Efendi’yi aramaya koyuldu. Hocasının odasına gitti. Ama Şeyhül İslam odada yoktu. Hemen oracıkta bulduğu kâğıt parçasına kafasına takılan soruyu edebî bir üslupla yazdı ve hocasının rahlesine itina ile bıraktı. Birkaç saat sonra hocası odasına gelmiş ve rahlenin üzerinde el yazısı ile yazılmış bir kâğıt parças görmüştü.
Eline hat kalemini alan Ebussuud Efendi, talebesinin soruyu yazdığı kâğıdın altına bir şeyler yazdı ve kâğıdı rahleye bıraktı. Kanunî bir ara tekrar hocasının odasına uğradı. Hocası yine yerinde yoktu; ama rahlenin üzerine bıraktığı kâğıdın üzerine bir şeylerin daha yazılmış olduğunu gördü. Merakla kâğıdı eline aldı ve okumaya başladı. Yazıyı okuyunca yüzünde bir tebessüm belirdi. Kâğıdın üst kısmında Kanunî’nin hocasına yazdığı sual vardı.
Kanunî şöyle diyordu hocasına: Meyve ağaçlarını sarınca karınca
Günah var mı karıncayı kırınca?
Hocası Ebussuud soruyu şöyle cevaplıyordu:
Yarın Hakk’ın divanına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca.