YÜZ SOPA
Kanuni Sultan Süleyman, gençliğinde o zamanın meşhur alim ve hocalarından çok iyi bir eğitim almıştı. Bunun yanında, diğer şehzadeler gibi bir sanat da öğrenmesi gerekiyordu. Bunun için İstanbul’un en meşhur kuyumcusuna gönderildi. Burada bu mesleğin bütün inceliklerini öğreniyordu. Bir ustasının verdiği bir işi yapmadı. Ustası da ona:
“Sana yüz sopa vuracağım” diye yemin etti. Şehzade Süleyman bunu annesine söyleyince Valide Sultan ustayı huzura çağırıp oğlunu affetmesini rica etti ve bunun için de bin altın ihsan etti. Ertesi gün ustası Şehzade Süleyman’a bu bin altını vererek, bunlar ile yüz adet altın tel yapmasını emretti. Teller hazır olunca bunları bir araya getiren usta, bu tellerle Süleyman’a bir defa vurarak yeminini yerine getirdi. Böylece hem Valide Sultanın ihsanına kavuşmuş, hem de yeminini yerine getirmiş oldu.
KANUNi’ NİN ATININ ÜZENGİSİ
Kanuni Sultan Süleyman bir seferde iken, atının üzengisi kırıldı. Yanındaki vezirler bu üzengiyi yaptırmak istediler, fakat yakınlarda bir şehir veya kasaba da yoktu. Ordunun mola verdiği bir sırada, vezirlerin birinden, padişahın atının üzengisinin kırıldığını öğrenen bir yeniçeri bu vezire, kendisinin bu üzengiyi tamir edebileceğini söyledi. Hemen atların yanına gittiler ve yeniçeri, kırık üzengiyi güzelce tamir etti. Biraz sonra mola bitti ve padişah, yola çıkmak için atına bindi. Üzenginin yapılmış olduğunu farkeden Kanuni, bunu kimin onardığını yanındakilere sordu. Vezir, yeniçeri neferinin ihsanlara kavuşacağını ümid ederek, hemen huzura çağırdı ve, bu usta yeniçeriyi padişaha takdim etti. Kanuni:“Yeniçeri neferinin zanaatkarlıkla uğraşması kanunlara aykırıdır.” Diyerek, yaptığı bu iyilik için önce ona ihsanda bulundu, sonra da kanunlara aykırı iş yaptığı için onu ordudan ayırıp memleketine geri gönderdi.
SULTAN AHMED VE MEHMED EMİN TOKADI
Hattat Mehmet Rasim Efendi anlatır;
"Cennet mekan Üçüncü Ahmet Hanın vefatından sonra, şöyle bir rüya gördüm. Geniş bir sahrada orduyu hümayun kurulmuştu. Bir tepe üzerinde de sultanlara mahsus bir çadır, çadırın etrafında ise büyük bir kalabalık vardı. Kalabalıktan bir kişiye yaklaşıp; "Bu ordunun kumandanı kimdir?" diye sordum. O da; "Ahir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselam’dır." dedi. Cehenneme götürülecek bazı kimseler bu büyük çadıra götürülüyor, buradan şefaat edilirse Cehennemden kurtuluyordu.
Yine birisine; "Peygamber efendimiz nerede bulunuyor?" diye sorduğumda; "Tepedeki büyük çadırda" dedi. Hemen çadırın yanına koştum. Çadırın kapısına vardığımda, Mehmet Emin Tokadi hazretlerini çadırın kapısında gördüm. Şefaat isteyenleri çadırın içine götürüp, getiriyordu. Çok şaşırdım. Biz bu zatı anlayamamışız diye çok üzüldüm. O anda elleri bağlı birini çadırın kapısına doğru getirdiklerini gördüm. "Bu kimdir?" diye sorduğumda, Sultan Ahmet'tir dediler. Sonra çadıra yaklaşıp, Mehmet Emin Tokadi hazretlerine teslim ettiler. O da önüne düşüp çadırın içine girdiler. İçeride Peygamber efendimiz kendisine iltifat buyurdu. Çadırdan çıktıklarında Mehmet Emin Tokadi hazretleri; "Şefaat buyurulup affolundun, müjde olsun!" diye bağırdı.
Dışarda sultanlara mahsus süslü bir at duruyordu. Mehmet Emin Tokadi hazretleri, sultanı tazim ve hürmetle çadırdan çıkarıp, bekleyen süslü ata bindirdi. Etraftakilerin tebrikleri arasında, süratle oradan uzaklaştı. Bu rüyayı gördükten sonra ertesi gün talebelere hat dersi veriyordum. Mehmet Emin Efendi bazı günler teşrif ederdi. O gün de dershanemizi teşrif etti. Hemen karşılayıp elini öptüm. Bu sırada bana; "Hoca Efendi, akşamki seyrana ne dersin?" buyurdu. O gece gördüğüm rüyayı hatırlayıp ağlayarak ellerine kapandım. Mehmet Emin Efendi de ağladı. Sonra şükredip bana; "Ben hayatta iken bu gibi ilahi sırları yayarak, bizim halimizi teşhir etmene rıza göstermem. Vefatımdan sonra anlatmanda bir mahzur yoktur." buyurdu. Vefatına kadar bunu kimseye anlatmadım. Vefatından sonra güzel vasıflarını ve üstünlüğünü yad etmek bakımından yeri geldikçe nakleder oldum.
YAVUZ SULTAN SELİM VE İBRAHİM GÜLŞENİ
Memlûklerin Safevîleri desteklemesi yüzünden Osmanlılarla arası açılmıştı. Sultan Gavri, İbrâhim Gülşenî hazrelerinin karşı çıkmasına rağmen, devlet adamlarının ısrarı üzerine, Yavuz Sultan Selîm üzerine yürüdü. Ancak yapılan savaşta hayâtını kaybetti. Onun yerine tahta çıkan Tomanbay, İbrâhim Gülşenî'ye gelip duâ istirhâm eyledi.
Şeyh dedi ki: "Siz duâya kâbiliyet ve istidâd hâsıl eyleyin ki duâ size ulaşsın. Sultanların duâya istidâdı adâlettir. Ol dahi Allahü teâlânın kitâbı ile hüküm vermektir. Her kim Allahü teâlânın emri üzere hüküm etmez ise zâlimdir. Sultanım! Eğer makâm-ı selâmette olmak istersen, Selîm'e tâbi olasın" Bu nasîhatlere rağmen Tomanbay Ridâniye'de Yavuz'un karşısına çıktı. Bozguna uğradı, sonra yakalanarak îdâm edildi.
Sultan Selîm Han böylece Mısır'ı zaptettiğinde, İbrâhim Gülşenî hazretleri onu: Azîzim hayr-ı makdem ömrümün vârı safâ geldin.
Keremler eyledin gönlümün sultânı safâ geldin. diyerek karşıladı.
Yavuz Sultan Selîm Han da bu büyük âlime çok gönülden hürmet gösterdi. Pekçok yeniçeri ve sipâhi sohbetiyle şereflendi, duâsını alarak feyz ve bereketlerinden istifâde etmeye çalıştılar. Mısır'da İbrâhim Gülşenî hazretlerinin talebeleri ve sevenleri çoğaldı. Nâmı, zamânın sultânı Kânûnî Sultan Süleymân Han'a erişti. Sultan Süleymân Han, onu İstanbul'a dâvet eyledi. İstanbul'a gelen İbrâhim Gülşenî hazretlerine çok hürmet gösterdi, ikrâmlarda bulundu. O sıralarda İbrâhim Gülşenî yüz dört yaşlarındaydı. Gözlerinde bir rahatsızlık hissediyordu. Görmesi çok zayıflamıştı. Durumu Pâdişâha arz eyledi. Sultan da Kehhâlbaşı'na (Sürmeci başına) emrederek, gerekli ihtimâmı göstermesini emretti. Kehhâlbaşı, bütün gayretini sarf ederek, Allahü teâlânın izniyle kısa zamanda yeniden gözlerinin açılmasına sebeb oldu. İbrâhim Gülşenî sıhhate kavuşunca, Çıkrıkçılar başındaki Atik İbrâhim Paşa Câmii'nde halka vâz ve nasîhat etmeye başladı. Kısa zamanda İstanbulluların gönlünde taht kuran İbrâhim Gülşenî'ye, devlet erkânından ve halktan pekçok kimse talebe olmakla şereflendi. Pâdişâh, şeyhülislâm, âlimler ve evliyâ onun ilimdeki üstünlüğünü çok takdir ettiler. Bir müddet İstanbul'da kalan İbrâhim Gülşenî hazretleri, Pâdişâhtan izin alarak tekrar Mısır'a döndü.
FATİH VE HOCAZADE
Sultan Mehmed Han (Fâtih) Osmanlı tahtına oturup da onun âlimlere muhabbeti ve lütf-ı ihsânı ün salınca ve çevresine zamânının meşhur âlimlerini toplayınca, Hocazâde de onun yanında olmak şerefini kazanmak istedi. Ne var ki yolculuk masraflarını karşılayacak parası olmadığından bir türlü yola çıkma cesâretini bulamıyordu. Bu sırada derslerine katılan bir talebenin sekiz yüz akçesi olduğunu öğrenince, bu parayı ödünç alıp yola çıktı. Talebe de yanında ve hizmetinde idi. Oraya öyle bir zamanda vardı ki, pâdişâhın otağı İstanbul dan Edirne ye gidiyordu. Pâdişâh-ı âlem, bir yanında Molla Seyyid Ali, diğer yanında Molla Zeyrek olduğu halde ilmî konularda münâzara yaparak ilerliyordu. Vezir Mahmûd Paşa, Hocazâde yi görünce; Hoş geldin. Ben de seni Pâdişâha anlatmıştım. Gel hemen onunla görüş. diyerek önüne düşüp Pâdişâhın yanına yaklaştılar. Hocazâde hükümdârı selâmlayıp elini öptü. Mahmûd Paşa onun Hocazâde olduğunu bildirerek ilmini övdü. Hocazâde bundan sonra Molla Seyyid Ali nin yanında at sürerek sohbete katıldı. Zaman zaman en ince meselelerde görüşlerini açıklayıp ilimdeki üstünlüğünü ortaya koydu.
Bir müddet sonra Seyyid Ali ve Molla Zeyrek Pâdişâhın yanından ayrıldılar. Hocazâde ise uzun bir süre Pâdişâhla yan yana sohbete devâm etti. Bu sohbet dolayısı ile Molla Seyyid Ali ve Molla Zeyrek e Pâdişâhın ihsânları geldiği halde Hocazâde ye bir pul bile verilmedi. Bu bakımdan Hocazâde gönlü kırık olarak üzüntü içerisine düştü. Onun hâline vâkıf olan talebesi, hakkında ileri geri konuşmaya ve hizmetini görmemeye başladı. Mola verildiği bir gün Hocazâde atını kendisi timar ettikten sonra bir ağacın gölgesinde dinlenmekteydi. O sırada dergâh-ı âlî kapıcılarından üç kapıcının, Hocazâde nin çadırı nerededir? diye sorarak geldiklerini gördü. Kimileri Hocazâde şu ağaç altında oturan eski giysili kişidir diye mollayı işâret ediyorlardı. Ancak kapıcılar onun da herkes gibi bir çadır ve çardağı olacağını düşünerek bu söze îtibâr etmediler. Hattâ birkaç kişiyi bizimle alay etme, aradığımız kimseyi âlemlere gölge olan Pâdişâh istiyor, diyerek azarladılar. Ancak her kime sordularsa, hep orası gösterilince, mecburen Molla nın yanına gelip selâm verdiler. Hocazâde siz misiniz? diye sordular. Evet cevâbını alınca, hürmetle eğilip elini öptüler ve Devletlü Pâdişâha hoca oldunuz deyip tebrik ettiler. Hocazâde onların sözlerini, davranışlarını alaya yorarak önce inanmadı. Fakat o sırada Pâdişâh konakçılarının hızla gelip büyük bir çadır kurduklarını gördü. Ayrıca birkaç at ve katır, binek, yatak ve değerli giysiler ile on bin akçe para da getirdiklerini öğrenince şüphesi kalmadı. Onlar cins atlardan birini hemen koşumlarla donatıp yanına getirdiler ve buyurun yüce Pâdişâh sizi bekler dediler.İş böyle gelişince, Hocazâde o bin türlü naz ve saygısızca davranan uykucu talebenin yanına vardı ve uyandırmak istedi. Fakat o eski huysuzluğu ile sözünü sakınmayıp; Bir parça istirahata bırakmaz mısın? diye bağırdı.Talebe, bin bir ısrardan sonra gözünü açtı ve büyük bir devlete erişmiş olan Molla nın hemen ayaklarına kapanıp özürler dilemeye başladı. Hocazâde onu teselli ederek Pâdişâhın ihsânından ona olan borcunu fazlasıyla ödedi ve gönül rahatlığı ile pâdişâhın mutlu katına varıp elini öptü. Pâdişâh, Hocazâde den sarfla ilgili İzzî adlı eseri okudu. Zaman geçtikçe Hocazâde nin Pâdişah katında değeri gittikçe arttı. Bu durum bâzı kimselerin hasedine yol açtı. Hattâ Fâtih Sultan MehmedHan Edirne de bulunduğu sırada, Vezir Mahmûd Paşa, Hocazâde nin kazasker olmak istediğini Sultana bildirdi. Sultan da; Bizi sohbetinden mahrûm etmek mi istiyor? diyerek üzüldü. Ancak, daha sonra onu Edirne ye kazasker tâyin etti. Hocazâde nin babasına, oğlunun kazasker olduğu haberi ulaşınca önce inanmadı. Daha sonra haber yaygınlaşınca inandı. Diğer oğullarıyla birlikte oğlunu ziyâret etmek için, Bursa dan Edirne ye gitmek üzere yola çıktı. Babasının gelmekte olduğu haberini duyan Hocazâde, babasını âlimlerden ve Edirne eşrâfından bir toplulukla karşıladı. Baba-oğul kucaklaştılar. Babası Hocazâde den özür dileyip eski kusurlarının affını isteyince; Olsun, siz öyle yapmasaydınız, biz böyle olmazdık. diyerek, babasına güzel muâmelede bulundu. Babası için çok güzel bir ziyâfet hazırladı. Ziyâfet sofrasına babasıyla berâber oturdu. Diğer ileri gelenler ve âlimler rütbelerine göre oturunca, kardeşlerine sofrada yer kalmayıp, fakirlik ve ihtiyaç hâlinde olmadıkları halde, hizmetçilerle birlikte ayakta kaldılar. Bu vesîleyle, ilim ehline verilen önem ortaya çıktı. Molla bu hâli görünce, Velî Şemseddîn in sözlerini hatırladı.Cenâb-ı Hakk a şükretti.
Hocazâde bir müddet sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafından Bursa Sultaniye Medresesine, daha sonra da İstanbul daki Sahn-ı Semân Medresesine müderris tâyin edildi. İstanbul da Fâtih Sultan Mehmed in emriyle Tehâfüt-ül-Felâsife adlı eseri yazdı. Sonra Edirne kâdılığı ve İstanbul müftîliği yaptı. İznik müftîliğine ve müderrisliğine tâyin edildi. Fâtih Sultan Mehmed vefât edinceye kadar İznik te kaldı. Sultan İkinci Bâyezîd tahta geçince, İstanbul a geldi. Bursa Sultâniye Medresesine müderris tâyin edildi. Orada iki ayağı ve sağ eli felç oldu. Sol eliyle yazı yazabiliyordu. Bu halde, Sultan İkinci Bâyezîd in emriyle Şerh-i Mevâkıf adlı esere bir hâşiye yazdı. 1488 (H.893) senesinde vefât eden Hocazâde, Bursa da Emir Sultan medreseleri karşısına defnedildi.
SULTAN IV. MURAD’IN TASAVVUF EHLİNE HÜRMETİ
Sultan IV. Murad Han, kendi zamanındaki Şeyhlere çok hürmet gösterir ve onlara yardım ederdi. Mesela, Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Doğânî Ahmed Dede’ye hürmet etmiştir. Onu sık sık saraya davet etmek suretiyle kendisinden Mesnevî sohbeti dinlemiş ve semâ yapmalarına müsaade etmiştir. Galata Mevlevîhânesi şeyhi Âdem Dede de, yine IV. Murad’ın saraya davet edip Mesnevî sohbetlerini dinlediği ve semâ yaptırdığı mevlevîlerdendir. Antalya Mevlevîhânesi postnişîni Zincirkıran Muhammed Çelebi İstanbul’a geldiğinde IV. Murad’ın ihsanlarına nail olmuştur. Daha sonra Beşiktaş Mevlevîhânesi postnişîni olacak olan Çengî Yusuf Dede, IV. Murad döneminde “Gılmânân-ı Hâssa”ya alınmış mevlevîlerdendir.
Revân ve Tebriz Seferi’ne çıkan IV. Murad, Konya’ya geldiğinde, 15 Zilkâde 1044/2 Mayıs 1635 târihinde, Çarşamba günü, Hz. Mevlânâ’nın türbesini ziyâret etmiş, postnişîn olan Ebûbekir Çelebi’nin idâre ettiği semâya katıldıktan sonra şeyhe bir kürk, dervişler için 1.000 akçe verdikten sonra Mevlânâ Âsitânesi için hâs’dan senelik 150 bin akçe ödenek tayin etmiştir. Bağdat Seferi’ne çıkmak için Üsküdar’a hareket edeceği gün, sefere memur olan Hüdâyî Efendi’nin halîfelerinden İsmail Efendi ve Kadızâde, has odada hazır bulundukları halde Pâdişah, kılıç kuşatma ve dua için Abdülmecid Sivâsî Efendi’nin hazır olmasını istemiştir. Bunun üzerine Abdülmecid Efendi has odaya alınmış ve müneccimbaşının işaretiyle hareme davet olunup, elleriyle pâdişahın beline Hz. Ömer’in kılıcını bağlamıştır. Pâdişah da bunun üzerine Sivâsî Efendi’nin sırtına bir samur kürk giydirmiştir. Pâdişah, atın üzengisine ayak bastığında “Sivâsî Efendi ve İsmail Efendi dua etsinler” diye yine bu iki şeyhi tayin etmiştir. Onlar da dua etmişler ve atlarına binerek pâdişahın önünde Üsküdar’a doğru hareket etmişlerdir. IV. Murad’ın tütünün yasaklanması sebebiyle insanların bir araya gelmelerini yasakladığı ve bunun için sık sık teftiş yaptığı bir dönemde vuku bulan bir hadise onun tasavvuf ehline bakışını göstermesi açısından ilginçtir.
Naîmâ’nın naklettiği hâdise şu şekilde cereyan etmiştir: Abdülmecid Sivâsî Efendi bir gün Kağıthâne’de Mirahor Köşkü’nde bâzı mürid ve muhibleriyle tasavvufa dair sohbet etmekteyken, Sultan Murad aniden sandalla gelmiş ve hazır bulunanların kitaplarını, üzerlerinde bulunan eşyalarını istemiş. Görevliler orada bulunan kitapları ve ellerinde bulunan tesbihleri toplayıp pâdişaha götürmüşler. Pâdişah getirilen kitaplardan bir cildi açıp Yahyâ Efendi’nin Dîvân’ı olduğunu görünce: “Bu bizim Efendi’nin Dîvân’ıdır” diyerek öteki kitapları ve getirilen eşyaları gördükten sonra: “Kitaplarıyla seyre giden ulemaya, tesbih, seccade ve ridasıyla giden dervişana, divit ve kalem ve levazım-ı kitabet ile giden küttaba bizim sözümüz ve bir vechile taarruzumuz yoktur, alemlerinde olsunlar!” diyerek ayrılmış. IV. Murad İznik Eşrefî Tekkesi şeyhi Sır Ali Sultan’ı ziyaret ederek, sohbetinde bulunmuştur. Cami ve türbenin yeniden imarını gerçekleştirerek, burayı çinilerle tezeyyün etmiş, kendisine de bir kılıç hediye etmiştir.