İşte Dünya Tarihinden İlginç Olaylar

İşte Dünya Tarihinden İlginç Olaylar...

Tarih 12.09.2014, 02:17 12.09.2014, 02:31
İşte Dünya Tarihinden İlginç Olaylar
YÜRÜYÜŞ İÇİN YANLIŞ YOL SEÇERSEN
Makedonya Kralı Philip’in MÖ 4. Yüzyılda Ölümü
 
Makedonya Kralı Philip hükmettiği yıllar boyunca kötü ününden ve ileri derecedeki aşağılık kompleksinden çok çekti. Krallığını, Yunan dünyasında hatırı sayılır güçlerden biri haline getirmiş olmasına rağmen, Korintliler, Atinalılar ve Spartalılar gibi güneydeki daha kültürlü komşuları kendisini ve arkadaşlarını hep vahşi, dağda yaşayan barbarlar olarak gördü. Kişisel geçmişi ve görünüşü de yüksek yerlerde saygı görmesine yetmiyordu. Öncelikle ordusunu savaş alanına kendi götüren askeri bir liderdi.
Bunun sonucu olarak da birçok yerinden yara almıştı. Aldığı kötü darbelerden biriyle bir gözünü kaybetmiş ve bir mızrak darbesiyle de baldırından yaralanmıştı. Bu yaraların ikisi de doğru düzgün iyileşmeyip sürekli irin akıtıyorlardı. Özellikle bacağından çok kötü bir koku geliyordu. Ayrıca dedikodulara göre, tahtı ele geçirebilmek için anne katili olarak affedilmez bir suç işlemişti.
Özel yaşamı da aynı derecede skandallarla doluydu. İlk karısı Dionysius rahibesi, yani bugünkü söylemle tapınak fahişesiydi. O zamanlar böyle bir iş çok kabul görüyordu ve o da küçük bir kralın kızı olduğunu iddia ediyordu. Gerçek skandal ise halkın önünde kavga etmeleriydi. Philip’e bir oğul doğurdu, efsanevi İskender’i ve sonra İskender’in babasının Philip olmadığını, tanrı Zeus’un bir yılan kılığına girerek odasına girdiğini ve çocuğun Zeus’dan olduğunu her yerde konuşmaya başladı.
Günümüzün politika ve seks skandalları Pella’nın başkentinde kraliyet sarayında dönen olaylar karşısında hiç kalır. Karısı, Philip’i resmen boynuzladığını açıklıyordu. Kadının yılanlarla dolaştığı bilinmekteydi. Kral da, kendisiyle yatmak isteyen herkesle, erkek-kadın ayırt etmeden yatma arzusuyla tanınıyordu.
İskender’le olan ilişkisi sevgi-nefret ilişkisi olarak tanımlanabilir. Bir yandan aralarında gerçekten sevgi dolu anlar geçiyordu. Philip, zamanın en ünlü hocası Aristoteles’i İskender’e ders vermesi için getirtmiş ve burnu havada Yunanlıların çocuğa saygı göstermeleri için yanıp tutuşmuştur. İskender de katıldığı ilk büyük savaşta babasının etrafı düşman askerleriyle çevrildiğinde onu kurtarmak için ileri atılmıştır. İskender, kelimenin gerçek anlamıyla kendisini babasıyla düşman mızrakları arasına atmıştı.
Diğer bir yandan da aralarında bir nefret vardı. Özellikle çocuk erkek olma yaşına geldiğinde. Çocuğun annesi ve babası arasındaki kırgınlık yıllarca sürmüştü. Philip, İskender yaşlarında bir kızla ikinci evliliğini yaptığı sırada işler iyice kızıştı. Düğün şöleninde Philip'in sarhoş arkadaşlarından biri yeni evliliğin ve tahta yasal bir varis olasılığının şerefine kadehini kaldırdı. Sonuç olarak da baba-oğul yumruklaşmaya başladılar ve aynı gece İskender ve annesi şehirden kaçtı. Bu çok akıllıca bir hareketti, çünkü Philip sarhoş öfkesiyle ikisini de öldürtebilirdi. Bir süre baba ve ana-oğul arasında savaş sürdü. Sonunda bir barış anlaşması yapıldı ve ana-oğul geri döndü.
Bu arada Philip’in tüm Yunan dünyasını dize getirme rüyası gerçekleşmeye başlıyordu. İÖ 338’de geçen tarihi Chaeronea Savaşı’nda Philip, güçlerini birleştirerek kendisinden iki katı büyüklükte bir ordu oluşturan Atina-Theb güçlerini yendi. Bir sonraki yılda Korint’te Korint Anlaşması yapıldı. Bu müttefik anlaşmasına göre bütün Yunanistan Philip’in himayesinde olacaktı. Her ne kadar sosyal açıdan eşit görülmese de, ordusunun gücü sayesinde Yunanlıların en büyük savaşçısı olarak saygı görmesine ve Pers İmparatorluğu’na karşı Asya’ya doğru harekete geçme hazırlıklarına başlamasına neden oldu.
Ama İskender durumu bozan tek unsurdu. Makedonya Kralı tarafından elçi olarak gönderildiği Yunanistan’da törenlerle zaferler kazanmış bir kahraman gibi karşılanmıştı. Babayla oğul arasındaki fark çok açıktı. İskender, ne pis kokulu yaraları olan sinirli bir savaşçı, ne de alkolden ve aşırı seksten yorulmuş yaşlı bir adamdı. Birçok kişi genç İskender’i dünyada vücut bulmuş bir tanrı gibi akıllı, esprili, iyi huylu, fiziki açıdan güçlü, çok yakışıklı, mükemmel bir Yunanlı olarak gördü.
İskender’in başarılı Yunanistan gezisi Philip’in kulağına geldi ve daha fazla huzursuzluk yarattı. Orduları yöneten, savaşları kazanan yaşlı kraldı. Ama bütün şöhreti bu genç adam topluyordu. Dahası, bir zamanlar karısı Olympias’ın ağzından dökülen rahatsız edici söylentiler ortada dolaşmaya devam ediyordu; İskender’in damarlarında Philip’in değil, bir tanrının kanı dolaşıyordu.
Pers İmparatorluğu’na yapılacak sefer hazırlıkları sırasında Pella’da dini bir festival ve oyunlar düzenlendi. Philip kral olduğundan aynı zamanda baş rahipti. Törenleri başlatmak için baş rahip olarak maiyetiyle beraber tapınağa ve sonra da arenaya gitmek onun göreviydi. Bütün Yunan devletlerinin temsilcileri de orada bulunacaktı. Çoğunun Pella’ya ilk gelişiydi. Şehir kendini hazırlıklara verdi. Ne de olsa Pella artık bir barbar şehri değildi, kendisini Yunan medeniyetinin ve kültürünün yeni merkezi olarak kanıtlamalıydı.
Festival, Philip’in yeni karısı ve yeni doğan oğluyla daha bir coşku kazanmıştı. Philip’in yaşlı içki arkadaşları ve yeni karısının ailesi de gayri meşru bir lekeyle kirlenmiş tahtın sonunda meşru bir varisi olduğunu uluorta konuşuyorlardı. Ayrıca gerginliği artıran bir başka olay daha vardı.
Philip’in aynı zamanda özel koruma görevlilerinden olan eski erkek sevgililerinden biri, Philip için rakiplerinden biriyle kavga etmişti. Rakibi bir çatışmada ölmüş ve son isteği de kendisiyle yarışmaya kalkan korumanın ortalık bir yerde aşağılanması olmuştu. Ölen rakibin isteği yerine getirildi; Philip’in eski aşığı bir partiye davet edilip burada elleri kolları bağlandı ve kölelerle hizmetçilerin aşağılaması için sokağa öylece atıldı.
Philip’e şikayet etmeye ve adalet dilemeye gittiğinde, Philip bu olayı çok komik bir şaka olarak buldu ve kendisini koruyamadığı için kahkahalarla gülerek sarayından çıkarttı. Bu gibi olaylar, kumpaslar artık had safhaya gelmişti.
Maalesef tam da bu sırada Philip’in aklına harika sandığı bir fikir geldi. Görünüşü yüzünden maruz kaldığı alaylardan, tercihlerinden ve zorbaca davranıyor bulunmaktan bıkan Philip, törene Yunan usulünde katılmaya karar verdi... Yani yürürken yanında silahlı korumalarından hiçbiri bulunmayacaktı. Yunan kent devletlerinin yöneticilerinin çoğu tiran olarak adlandırılmaktan korktuklarından, sokaklarda rahat rahat dolaşırlar, resmi törenlere diğer vatandaşlar gibi tek başlarına, korkmadan, silahsız ve korumasız katılırlardı. Çünkü sadece nefret edilen bir kral yanında koruma görevlisi bulundurma ihtiyacı hissedebilirdi.
Böylece Philip, festival sabahında en güzel kıyafetlerini giydi, geçit töreninin önünde yerini aldı, ağır aksak, topallayarak ilerledi ve halkın alkışlarına el sallayarak karşılık verdi. Elbette böyle asil bir hareketle yabancı konuklardan çok olumlu eleştiriler aldı... ve canından oldu. Arenaya giden tünelin içine girer girmez reddedilen eski aşığı birdenbire elinde bir hançerle ortaya çıktı ve Philip’in göğsüne hançeri sapladı. Philip arenaya doğru sendeledi ve kendi kan gölünün içine düştü.
Şanssız suikastçı da hemen o anda İskender’in arkadaşları tarafından yakalandı ve öldürüldü. Birkaç saat sonra yeni gelin de kaderiyle karşılaştı. Philip’in eski eşi Olympias onu bîr köşeye sıkıştırdı ve intihar etmenin hunharca öldürülmekten daha iyi olduğunu söyleyerek genç kadının ve bebeğin ortadan kaldırılmasını izledi. Günün sonuna doğru artık İskender’in tahta çıkması kesinleşmişti.
Kumpas olabilir mi? Dönemin tarihçileri, Büyük İskender zamanında olayları naklederlerken onun suçsuzluğunu yazmışlar ama Olympias’la ilgili değerlendirmelerin ucunu açık bırakmayı yeğlemişlerdir. En azından Philip, hep istediği gibi sosyal açıdan takdir toplayabilmiş ve çevresinde kendisine yardım edecek korumaları olmadan gerçek bir Yunanlı gibi ölmüştü.
 
KOMUTAN OLMAK KOLAY DEĞİLDİR
Çift Konsül Sistemi ve Hannibal
 
Cumhuriyetin ilk günlerinde Romalılar halkla devlet arasında varolan anlaşmanın ne olduğunu hemen anladılar. Tabiatı gereği devlet, ne kadar düzenli olursa olsun, her zaman vatandaşlarının özgürlüklerini kısıtlamaya çalışır. Elbette buna da devletin hep en iyisini bildiği gerekçe gösterilir.
Toplumun güvenliğini sağlamak için bir devletin eline bazı güçlerin verilmesi, herkesin iyiliği için bazı özgürlüklerden fedakarlık edilmesi gerekmektedir. Romalılar, elinde böyle güçler bulunduran, özellikle savaş zamanında başkumandanlık yapan yöneticilerine baktıklarında kendisini kolaylıkla diktatör olarak ilan edebileceğini görerek korkuya kapıldılar. Bu yüzden Roma’ya özgü bir yönetim tarzı olarak, bir yıllığına görev yapan çift konsül seçim sistemini getirdiler.
Bu sistem, pratik bir çözüm gibi gözüküyordu, çünkü bir şeyin yaptırılması için toplu karara varılması gerekiyordu. Savaş zamanında da konsüllerden sadece biri "savaş konsülü” olarak tanınacaktı. Bu adam ordularla beraber savaş alanına gidecek, birliklere doğrudan emir verecekti. Diğer konsül de Roma’da kalacak ve devleti yönetecekti. Roma’da kalan konsül, yerel muhafızlara, Roma etrafındaki birliklere doğrudan emir verme yetkisinde olacaktı. Böylece orduya hükmeden, seferdeki konsül megalomanca fikirler beslemeye başladığında bir çeşit denge sağlanabilecekti.
Tek sorun, iki konsül arasında yapılan görev dağılımının iki adam arasındaki ortak karara bağlı olması ve önceden belirlenen bir pozisyona sahip olmamalarıydı. Romalılar için bu mükemmel bir fikirdi. Senato’da karşıdevrim yapmak isteyen bir grup olsa bile, seçecekleri konsülün savaş zamanında orduya komuta etmesini garanti edemezlerdi. Diğer konsül bunu engellerdi. Böyle bir kördüğüm yaşansa bile, kabul gören çözüm her iki konsülün de savaş alanına gitmesi ve ayrı ayrı günlerde orduyu yönetmeleriydi. Burada da düşündükleri şuydu; aklından diktatörlük geçiren bir kumandan olursa, bölünmüş bir yönetim emellerine ulaşmasına engel olacaktı.
Eğilim, sadece savaşla başkent arasındaki ayrımı koymaktan ibaretti ve böylece sistem yıllarca başarıyla sürdü. Hatta Roma, İtalyan yarımadasında en büyük güç olmuştu. İÖ 3. yüzyıl ortalarında Kartacalıların güçlü donanmasını yenmişlerdi. Kartacalılar, İÖ 241’de yenildikten sonra sarsılan itibarlarını yerine getirmek için karşılık verecekleri anı bekliyorlardı.
İÖ 219’da Hannibal’in yönetimindeki Kartaca ordusu İspanya tarafından gelerek Romalılarla savaşmaya başladı. İki yıl içerisinde Kartaca ordusu Romalıları birkaç kez yenmiş, Alpler’de bir geçit oluşturmuş, Roma kapılarından bir hafta yürüyüş uzaklığındaki Trasimene Gölü kenarında kırk bin kişilik Roma ordusunu mağlup etmişti.
Halk arasında Hannibal’in yakında Roma’ya da gireceğinden korkulduğundan şehirde panik çıkmıştı. Bu olasılık, yetenekli Romalı taktisyen Quintus Fabius’un artçı saldırı tekniğiyle kısa bir süre geciktirildi. Hannibal’in erzaklarına yaptığı saldırılarla Kartacalıların erzağını oldukça azalttı, Kartacalıları etrafını arkadan çevirdi ve genel olarak düzensiz bir savaş yaptı. Bu, hiç Romalılara özgü bir teknik değildi. Onların tercihi doğrudan saldırıdan yanaydı. Bu nedenle tarihte başarılı savaş tekniği "Fabian Taktikleri” diye adlandırılırken Fabius ise görevinden alınacaktı.
Roma, İÖ 216 yılı için Lucius Aemilieus Paul us ve Gaius Terentius Varro adlarında iki yeni konsül seçti. Yaşça büyük olan Paulus’un savaş tecrübesi vardı, temkinli oluşu ve profesyonel tarzıyla tanınıyordu. Varro ise onun tam zıddıydı; fevri, diğerlerinin yönetimine karşı sabırsız ve şöhret tutkunuydu.
Fabius’un görev yaptığı bir sene boyunca büyük çapta değişimler yapılmıştı. Roma seksen bin kişinin üstünde yeni bir ordu yarattı ve askerleri savaş eğitiminden geçirdi. Her ne kadar savaş deneyimleri olmasa da, yüksek rütbeler önceki savaşlara katılmış deneyimli askerlere ve daha önceki savaşlardan sağ kalanlara verilmişti. Artık güney İtalya’da ilerleyen Hannibal’in bu ezici güç karşısında boyun eğeceği ve mahvolacağı görüşü hakimdi.
İki askeri kumandanın olması kimin alana gidip savaşacağı ve kimin oturup bekleyeceği problemini doğurdu. Her zaman işe yarayan sağduyulu davranış bu sefer işlemedi. Paulus deneyimliydi, bu yüzden de savaş alanına uygun komutan oydu. Hannibal’in yarattığı tehlikenin boyutunu anlayan da sadece oydu. Karşılarındaki rasgele bir şansla dize getirilebilecek bir kumandan değildi. Savaşması zor bir alanda karşı karşıya gelseler ve sayıca çok üstün olsalar bile, yine de yenmesi kolay olmayan bir düşmandı.
Varro bu öneriye şiddetle karşı çıktı. Kendisinin de en az Paulus kadar yetenekli olduğunu iddia etti, dahası Paulus’un şehirde kalmasını ve ihtiyatları kontrol etmesini önerdi. İhtiyar adamın böyle bir savaş için çok temkinli olduğunu, Romalıların tek ihtiyacının sayıca üstün ordularını kullanarak hızlı ve atak bir saldırı düzenleyebilecek birisi olduğunu söyledi. Varro, Hannibal’in kafasını Kartaca’ya geri göndereceğine ve Roma ordusunun savaşı hepten bitireceğine söz verdi.
Varro’nun Paulus’a kolay elde edilecek bir zaferi rahatça bırakmayacak olmasının yanı sıra Paulus’un da Varro’nun eline seksen bin adamın kaderini teslim etmeyeceği kesindi. Sonunda savaşa ikisi beraber gitmeye ve yönetimi bölmeye karar verdiler.
Böylece İÖ 216 yazında Roma’nın gelmiş geçmiş en büyük ordusu güneye doğru yola çıktı. Hannibal onları bekliyordu. Düşmana yaklaştıkça Varro’nun şevki azalmaya başlamıştı. Belki Paulus’la yaptığı konuşmadan etkilenmiş, belki de bir orduyu yönetmenin, savaşta olmanın sadece hedefi gösterip ileri komutunu vermekten ibaret olmadığını aniden anlamıştı. Hannibal’in bulunduğu bölgeye yaklaştıkça Varro aslında biraz daha temkinli olmaya başladı.
Orduyu yönetme sırası kendisine geldiği günlerde, Paulus’un o gün yapılması gereken harekatlarla ilgili söylediklerini de dinlemeyi ihmal etmedi. Paulus, sayıca üstün olmanın getirdiği avantajın farkındaydı. Yapmaları gereken iş,
Hannibal’i çektikleri yerde sayıca üstün olan ordularının olayların akışını belirleyebilecek bir konumda olmaları, bir terslik anında geri çekilebilecek güvenli alanları bulunması ve Hannibal’in her hareketine karşılık verebilecekleri bir mevkiyi tutmalarıydı.
Ama Romalılar Hannibal’in yaptığı hareketi beklemiyorlardı; Hannibal arkalarından dolaşarak bir gece seferi başlattı. Cannae şehri yakınlarındaki bir erzak deposuna saldırdı. Depoyu ele geçirdikten sonra yakınlardaki bir nehri geçerek nehre arkalarını verdiler. Varro’nun komutasındaki güne rastlayacak bir şekilde harekatlarım ayarladılar.
Her şey çok iyi planlanmıştı. Depoyu kaybetmeleri Romalıların gururunu çok yaralamıştı. Bir kumanda hatası olarak da değerlendirilebilirdi. Paulus’un görev yaptığı gün ve gece gerçekleşen bir hataydı bu. Varro, Kartacalıların pozisyonunu fark edince birdenbire saldırgan bir cesarete kapıldı. Hannibal tam da istediği yerdeydi, gururlu Kartacalıların bu noktada çok büyük bir hata yaptıklarını düşünüyordu. Savunması bir yıkılsa, ordusunun geri çekilecek hiçbir yeri yoktu. Ya nehre düşüp boğulacaklardı ya da kılıçtan geçirileceklerdi. Varro tüm ordunun saldırıya hazırlanmasını emretti.
Paulus bu durum karşısında dehşete düştü. Temkinli davranması için Varro’yu uyardı. Hannibal aptal bir kumandan değildi. Deponun ele geçirilmesi gururlarını incitmek için özel olarak gerçekleştirilmişti. Hannibal’in seçtiği pozisyon bile ne kadar kolay yem olabileceklerini düşündürtmek amacıyla seçilmemiş miydi? Kesinlikle bunun aksi doğru olmalıydı. Hannibal, Romalıların kendisine saldırmalarını istiyordu. Birdenbire farklı bir tuzakla karşılarına çıkacak ve savaşı kazanacaktı.
Varro, Paulus’un söylediklerinin hiçbirini dinlemedi. Paulus’u fazla ihtiyatlı davranan yaşlı bir adam diye umursamadı. Bu, saldırgan, cesaretli bir askerin işiydi, her ağacın arkasında canavarlar gören, havadan nem kapan birinin işi değildi. Ayrıca Varro, bugün yönetme sırasının kendisinde olduğunu hatırlattı ve günün komutu ’ileri’ydi.
Belki de Paulus onu oracıkta öldürmeliydi. Ama Romalılar kanunlara saygılıydılar. O günkü konsül dahi de olsa, aptal da olsa, yasalar o anda gücü elinde tutanın yanındaydı.
Böylece Varro ordusuyla saldırıya geçti. İlk birkaç saatte her şey çok iyi gidiyor gibi gözüküyordu. Kartacalıların savunması Roma saldırısının ağırlığı altında çöküyormuş gibiydi. Romalılar onları sonunda nehre doğru çekilmek zorunda bıraktıklarında, Hannibal’in ordusu bir yay şeklini almıştı. Savaşın kontrolünü elinde tutmaya devam eden Hannibal’in ordusunun asıl gücü her iki taraftaki kanatlarıydı. Varro, tüm birliklerine saldırı emrini verdi, böylece ortalık karınca gibi kaynaşan bir kalabalıkla doldu. Sayıca üstünlüklerine güvenerek merkeze doğru yüklenmeye başladılar.
Tam o sırada Hannibal o zaman kadar pek bir şeye katılmamış olan yanlardaki birliklerine saldırı emrini verdi. Romalılar içeriye doğru dönerken Kartacalıların güçlü süvarileri Roma askerlerinin arkasına geçip bir anda çarpışmanın akışını değiştirdiler. Kısa bir süre içinde Roma ordusunun etrafı sarılmış ve her taraftan hücuma maruz kalmışlardı.
Panik baş gösterdi. Koskoca ordu tuzağa düşmüş, korkmuş bir kalabalığa döndü. Binlercesi kendi arkadaşları tarafından öldürüldü, ya ayaklar altında çiğnenerek ezildiler, ya da kendi canlarını kurtarmak için ilerlemeye çalışırlarken kılıç darbeleriyle parça parça oldular.
Gün sonunda neredeyse yetmiş bin Romalı ölmüş ya da esir alınmıştı. Kumandayı ikiye bölme fikri Roma ordusunun kötü sonu olmuştu. Ama bütün bunlara rağmen her şeyin sorumlusu kaçmayı başardı. Varro ve birkaç arkadaşı tuzaktan çıkmayı başardılar ve Roma’ya kaçtılar. Döndüklerinde hepsi yaptıkları hatadan dolayı sürgün edildiler. Paulus’a gelince... verdiği iyi fikirlerin ona sağladığı tek şey Cannae’de rahat bir mezar oldu. Savaş, on dört sene daha devam edecekti.
 
DENGE OLUŞTURALIM DERKEN
Tirana Ölüm, Yaşasın Yeni İmparator İÖ 10, Roma
 
Jul Sezar’ın yönetimi altındaki Roma savaş ganimetleriyle güçlenmiş ve zenginleşmiş bir imparatorluğun merkeziydi, yüzyıllarca önce Roma’nın soylu ailelerinin yaşadıkları ve hatta üzerinde tarım yaptıkları toprakları, şimdi zengin Romalı senatörler köle çalıştırarak işletiyorlardı. İmparatorluğun özgür vatandaşları yoksullaşıyordu. Ne çiftlikleri onların verimli topraklarıyla, ne de güçleri köle fabrikalarının üretimiyle boy ölçüşebilecek durumdaydı.
Roma şehrinde yaşayanların sayısı birkaç bin kişiden iki milyonun üstüne çıkmıştı. Bu kadar insanı beslemek şimdiden hazineye ve tüccar denizcilere zor geliyordu. Şehir halkını beslemek için gereken tahıl, Mısır’ı ve bugün Balkanlar diye bilinen Romalıların Panoria adını verdikleri bölgeyi fethetmelerinin önemli bir nedeniydi. Her iki bölgede de tahıl bol miktarda vardı. Nüfusu artan, aç Roma kendisini yönetenlerden çok şey bekliyordu.
Bütün hükümetlerde olduğu gibi bürokrasi kendi kendine varolmaya başlamıştı. Rüşvet yeme toplumun her kesiminde almış başını gidiyordu. Genellikle rüşvet, alınmamasını kontrol etmekle görevli zengin senatör aileleri tarafından destekleniyor ve korunuyordu. Lejyonlar az sayıda İtalyan, daha çok da yeni fethedilmiş ülkelerin vatandaşlarının egemenliğindeydi.
Ortalıkta huzursuzluk hakimdi; itfaiyecilik bile bir sorundu. Roma genellikle birkaç katlı tahta evlerden oluşan bir şehirdi. İtfaiyecilik, şehir için çok önemliydi. Ama aynı hükümet gibi, o da çürümüş bir kurum haline gelmişti. Geniş alanlar fahiş fiyatlarla özel şirketlere ruhsatlanmıştı.
Bunlar da karşılığında, bir yangın çıktığında evlerini kurtarmak ya da korumaya çalışmak için her bir ev sahibiyle anlaşmaya başladılar. Çoğunlukla bu şirketler ev tam yanarken geliyorlar ve yangını söndürmeye çalışırken ek bir para talep ediyorlardı.
Politikacılar da intizamsız ve kuralsız ortamda siyasi katillere dönüşmüşlerdi. Özel çeteleri, hizipler ellerinde tutuyorlardı. Hatta ordu bile bağımsız hareket ediyordu. Senato, orduyu kontrol altında tutmak için çoktan bir yasa koymuştu. Buna göre hiçbir kumandan, senatonun izni olmadan Rubicon nehrini aşarak ordusunu başkente yaklaştıramayacaktı... ki hiçbir zaman da böyle bir izin verilmedi.
Birkaç general Roma’ya girecekleri tehdidinde bulundular; hatta bir tanesi ordusunu yasal sınır olan Rubicon nehrinin ilerisine geçirdi. Bu general, Roma’nın çoğunluğunu oluşturan pleplerin desteğini almış Jul Sezar’dı. Ama Lepidus gibi diğer liderlerin kendi lejyonları vardı. Mesela Crassus’un emrinde imparatorluğun zenginliğinin büyük bölümünü ellerinde bulunduran bir grup adam bulunuyordu.
Önde gelen liderler haricinde, politikacılara yapılan suikastlar çok artmıştı. Bir zamanlar son sözü söyleme yetkisine sahip olan Senato hızla güç kaybediyordu.
Zengin ailelerin ve önemli işlerin başında olan senatörlerin bir karar vermeleri gerekiyordu. Daha fazla demokrasi halk tarafından kontrol edilmek demekti. Pleplerin zengin elit zararına kendi şartlarını iyileştirmek için hareket etmeleri önlenemezdi. Diğer yandan, Sezar gibi liderlerde güçlü bir temel, zenginlik ve halkı yönetmek için gerekli yetenek vardı. Bu, bütün yetkilerin bu liderlerden birine verilmesi demekti. Bu değiş tokuş sayesinde huzur gelecek, bu da zenginlerin mali ve sosyal pozisyonlarını sağlama alacaktı.
Ya da Senato, birçok üyesinin önerdiği gibi, geleneklerin yanında yer alabilir ve imparatorluğun kontrolünü elinde tutmaya çalışabilirdi. Ama varolan durum Senato’nun halktan hiç destek almadığını ve çatışan güçler tarafından yakında bir kenara atılacağını gösteriyordu.
Böylece senatörler bir araya geldiler ve en az karşı çıkmayı getirecek olan çözümde karar kıldılar. Jul Sezar zaten birinci konsüldü, eşit konumda olanlar arasında en önde olandı. Zengin ve soylu bir aileden geliyordu, kendi ordusu vardı ve geçmişte Galya savaşlarında gücünü kanıtlamıştı. Eğer Senato imparatorluğu yönetmek için güçlü birisini seçecekse en uygunu oydu. Jul Sezar’ın başa geçmesi ve huzur ortamı yaratması her şeylerini kaybetmelerinden daha iyiydi. Jul Sezar’ın hayat boyu birinci konsül seçilmesinin, en azından kendileri için barış ve refah sağlayacağını düşünüyorlardı.
Böylece, Roma’nın soylu aileleri, bir kriz sırasında değil de, barış zamanında bir diktatörün başa geçmesi için oy verdiler. Jul Sezar bunun nasıl bir başlangıç olacağını biliyordu. Bu nedenle üç kez, Roma sisteminin esasını oluşturan kuralları değiştirmek istemiyormuş izlenimini bırakarak kendisine yapılan teklifi reddetti. Aslında bu mevkiye gelmek için ne kadar uğraş vermişti.
Sonunda kabul etti ve Senatodaki herkes rahat bir nefes aldı. Sadece birkaç gelenekçi tüm sisteme ihanet edildiğini düşünüyordu. Bu adamlar 1776’da Amerika Birleşik Devletleri’nde Sam Adams’ın ve Kurucu Ataların yaptığı gibi bütün Romalıların haklarından ve Senatonun kutsal yönetme yetkisinden bahsettiler ve yapılacakları kendi başlarına yapmaya karar verdiler.
Tarihi kaynaklara göre Sezar’ı uyaran herhangi bir kehanet yoktu. Günlerden 15 Mart’tı, kayıtsız şartsız kabul edilmesi gereken yasa taslaklarıyla birlikte Senato Salonu’na doğru ilerledi. Kısa bir zamanda Jul Sezar Roma İmparatorluğu’nun her yerinde mutlak güce sahip olmuştu. Sonraki birkaç yıl boyunca da Pompeius ve diğer askeri tehdit oluşturan rakiplerini tasfiye etti. Barış ve huzur kısa bir süreliğine geri geldi ama örnek oluşturan bir Senato’nun ortadan kalkmasına ve Roma İmparatorluk Sistemi’nin kurulmasına mal oldu.Bundan sonrasında gerçekleşenler ise iyi kaydedildi ve Shakespeare’in yazdığı oyunla ölümsüzleşti. Gelenekçiler, sorumluluklarını tekrar üstlenmesi için Senato’ya gözdağı vermek ve Sezar’ın başa geçmesinin verdiği zararları telafi etmek üzere Birinci Konsülü öldürdüler.
Öyleyse yapılması gereken ve en iyi olduğu düşünülen iki karar vardı ortada; birincisi, Jul Sezar’ı hayat boyu diktatör olarak atamak, i kinci si de Konsülün hayatına son vererek bu kararı tersine çevirmekti. Birinci kararın başarılı olabilmesi için Sezar düşmanlarını yenmeli ve gücünü pekiştirmeliydi. Bunun sonucunda lejyonlar arasında tarihte o zamana kadar görülmemiş çapta bir dizi savaş oldu. Sezar öldürüldüğünde, düzeni sağlamak için güçlerini devrettikleri diğer liderlere dönmekten başka çare kalmadı Senato açısından. Sezar’ın ölümünden sonraki birkaç yıl hemen bir iç savaş ortamı egemen oldu. Önce üçer liderden oluşan iki grup birbirleriyle savaştı.
Augustus, Anthonius ve Crassus diğerlerini yendikten sonra bu sefer birbirleriyle savaşmaya başladılar. Heba edilen insan sayısı ve maddi hasar inanılmaz boyuttaydı. Diğer üç lider de birbirleriyle savaşa başladıklarında iç savaş daha da derinleşti. Sonunda Augustus Caesar galip geldi ve sonraki bir yüzyıl boyunca barış hüküm sürdü. Tabii ki imparatorluk da bir kişinin keyfi yönetimine kaldı. Ama iç savaşların sonuna doğru Roma artık yayılmacı politika izleyen bir imparatorluk olmaktan çıkmıştı.
Birbiri ardına elde ettikleri zaferler de geçmişte kalmıştı. Zamanla daha az yetenekli imparatorlar başa geçmeye başladı. Sonraki iki yüzyıl boyunca değişen koşullara bağlı olarak imparatorlar da değişiyordu. Yönetim sistemi içinde hiçbir denge kalmamıştı. Senato önemini kaybetti ve sadece bir paravan olmaya başladı. Kısa bir denge dönemi için imparatorluk diktatörlük yönetimine dönmüş ve hatta Caligula gibi bir deli imparatorun eline geçmişti.
Çoğu kişi tarafından sevilmeyen Brütüs ve suikastçı grubu Senato adına yaptıkları suikastlarıyla işleri daha da içinden çıkılmaz hale getirmeyi başarmışlardı. Beş yüzyıl sonraki çöküşlerine kadar, imparatorlardan hiçbiri ne düzenli olarak Senato’ya başvurma, ne de tavsiyelerine uyma ihtiyacı hissetti. Belki de Caligula, bir zamanların güçlü kurumuna atını tayin ederek en iyi açıklamayı yapmış oldu.
Ama Sezar’ın seçimi, hatta öldürülüşü bile o zamanlar çok doğru bir fikir gibi gözükmüştü.
 
KIZ KARDEŞİN GÜNAHLARININ AĞIR BEDELİ
Koskoca Bir Kıtanın Kişisel Nedenle Kaybı İS 1001
 
11. yüzyıl Viking halklarının en güçlü olduğu dönemdi. Kanunları çok iyi düzenlenmiş, vahşetleriyle ünlenmişlerdi. Yöneticileri dünyanın en zengin ve en güçlülerindendi. Bizans İmparatorluğu’nun gurur duyduğu şeylerden biri, İmparator Varangian’ın muhafızlarının tamamen Rusya’dan ve İskandinavya’dan gelme Vikinglerden oluşmasıydı. Vikingler gemileriyle Dublin’den Kiev’e kadar yelken açarlardı.
Ama şaşırtıcı bir şekilde, Amerika kıtasına yerleşmediler. Hem de Avrupalılar arasında yerleşme olanağına ilk onlar sahip olmuşken... Vikinglerin toprak hırsları, neredeyse altına duydukları kadardı. Nova Scotia kıyılarındaki yemyeşil ’Vinland’ harika bir ödül olacaktı onlar için. Ayrıca Vikinglerin yerleştiği İzlanda’dan ve Grönland’dan daha iyi bir iklimi vardı. Toprağı verimsiz, havanın hep kasvetli olduğu anavatanları Norveç’ten de iyiydi. Yerlilerin karşı koyması yerleşmelerine bir engel teşkil etmedi.
Amerika’ya yerleşen Avrupalı göçmenlerin yerlilere karşı sahip oldukları tüfek gibi teknolojik üstünlükleri olmasa da zırhları ve çelik silahları yetmişti. Hem de pek uzak değildi. Grönland’dan Amerika kıyısına gitmek, Norveç’ten İzlanda’ya ya da İzlanda’dan Grönland’a gitmenin yarısı kadardı. Bugün bile Nova Scotia’da durursanız, ufukta yüksek Grönland zirvelerinin gölgesini görebilirsiniz. Öyleyse Avrupa’nın en yayılmacı, en dinamik insanlarından olan Vikingler yağmaya böylesine hazır bu kıtayı neden tercih etmediler?
Bunun yanıtı, Viking tarihinin en ünlü iki adamının karanlık geçmişlerinde yatıyor. Birisi Kızıl Eric, ya da nam-ı diğer Kanlı Eric; diğeri de oğullarından Leif Ericson’du.
Vikingler, tecavüz ve çapulculukta kötü bir üne sahip olsalar da, Kızıl Eric onlar için bile çok vahşiydi. Norveç’te ufak bir kavga sonucunda silahsız bir komşusunu öldürdüğü için önce Norveç’ten İzlanda’ya sürgüne gönderildi. Orada oğlu Leif doğdu. İzlanda’ya yerleştikten sonra yeni bir kavgaya tutuştu ve orada uzun süredir yaşayanlardan birini öldürdü. O sıralar onu sürgüne gönderecek başka bir yer olmadığı için, Eric’e birkaç komşusunun olduğu İzlanda’nın batı kesimine yerleşmesi emredildi. Bu da bir işe yaramadı.
982 yılında Eric yeniden kavga sonucunda birisini öldürmesiyle ’Kanlı’ lakabıyla anılmaya başladı. Böylece Eric İzlanda’dan da uzaklaştırıldı. Ama katil aynı zamanda insanları etkilemesini de biliyordu. Etrafına bir grup memnuniyetsiz, sıkılmış Viking’i topladı. Uzun yola dayanaklı gemiler inşa ettiler ve batıya doğru yelken açtılar.
Eric ve arkadaşları, kara görene kadar beş yüz mil yol aldılar. Eric, yeşil ülke anlamına gelen Grönland adını, buzla kaplı bölgeye yeni insan çekmek için koymuştu. Eric ve arkadaşları İzlanda’ya geri döndüler ve orada bir koloni
kurmak üzere birkaç yüz Vikingli aileyi ikna ettiler. Hava kötü, toprak kayalık olmasına rağmen burada yaşayan başka kimsenin olmaması her şeyi katlanılır kılıyordu. Böylece Eric’in bilfiil komutası altında belki de beş yüz kişiden oluşan bir koloni Grönland’e yerleşti.
1001 yılında, o zamanlar bütün Vikingleri çeken gezi tutkusu Eric’in oğlu Leif in de kanına girdi. Ama gitmek için kesin bir hedef belirlemişti. Çeşitli belirtilere ve söylenenlere göre daha batıda başka bir ada daha vardı. Babası hala Grönland’ın yöneticisiydi ve bu da Leif’in gemisine adam toplayarak, bu adayı keşfetmek üzere yelken açmasına olanak verdi. Şaşırtıcı bir şekilde kısa süren bir yolculuktan sonra Nova Scotia’nın kıyısına vardılar. Babası gibi, Leif de iyi bir ismin insanları çekeceğini bildiğinden buraya Vinland adını verdi.
Vinland’ın anlamının üzümle pek bir ilgisi yoktu, doğru tercümesi "bereketli" ya da "dostane" ülke olabilir. Sonra, artık bin beş yüz kişilik kalabalık bir topluluğa sahip Grönland’a döndü. Babası gibi o da Vinland’ın keşfini duyurmak, yerleşecek insan çekmek ve babasının Grönland’da yaptıklarını yapmak istiyordu.
Ama kader buna izin vermedi. Kızıl Eric tahtını Leif’e bırakarak öldü. Anladığımız kadarıyla Grönland’ı iyi yönetmiş ve liderliği zamanında koloni genişlemişti. Ama Leif, yönetiminin ilk birkaç yılında ülkesiyle ilgilenmekten Vinland’a hiç vakit ayıramadı. Bu yüzden Vinland’la ilgilenme görevini kız kardeşi, Freydis’e verdi.
Freydis’in araştırma gezileri sonucunda ilk kez Vikingler ve Amerika yerlileri birbirleriyle karşılaşmış oldu. Vikingler taş ev yapmaya başladıklarında kalmaya karar verdikleri anlaşılınca, yerliler çevrelerinde küçük bir kontrol halkası oluşturdular. Bir araya geldiler ve elli kadar Vikingi gemisini geri püskürttüler. Vikingler kaybetmiş olsa da Freydis bu kaybedilen çatışmada bile bir kahraman olmuştu. Geri dönüp yerlilerin üstüne vahşi bir şekilde saldırarak, gemiler güvenle yola çıkana kadar geri çekilmelerini sağlamıştı.
Freydis, birkaç yıl sonra daha büyük bir grupla geri döndü. Bu sefer daha iyi silahlanmışlardı, sayıca daha fazlaydılar. Ama koloninin kaderi çoktan kötü çizilmiş gibiydi. Freydis’in gemisi karaya ilk çıkanlardan değildi. Freydis geldiğinde, sahiplenmeyi düşündüğü eve daha önce gelen iki erkek kardeş ve ailelerinin yerleştiğini gördü.
Babası, Kanlı Eric’in geleneğini sürdüren Freydis bunu kabullenemedi. Her iki kardeşi birden öldürdüğünde kimse araya girme gereğini duymadı. Ama karılarının ve çocuklarının da öldürülmelerini emrettiğinde kimse bunu yapmaya yanaşmadı. Öfkeden deliye dönen Freydis, eline bir savaş baltası aldı ve bu işi de kendi halletti.
O yıl sömürgeciler kışı geçirmek için Grönland’a döndüler. İki ailenin katlinin duyulmaması için çaba harcandı ama birileri yine de konuştu. Bu, Leif’i çok zor bir duruma soktu. Kız kardeşi nedensiz yere, Leif’in korumakla sorumlu olduğu kadınları ve çocukları öldürmüştü. Kurallara göre katili öldürtmesi gerekiyordu, ama aynı zamanda kendi kız kardeşini ölüme göndermesi Viking kurallarını çiğnemesi anlamına geliyordu. Sonunda, üzüntüyle ve kendini zorlayarak Leif bir çözüm buldu, kız kardeşini sürgüne gönderdi ve Vinland’a gidilmesini yasakladı.
Belki de, Vinland’da hiç yerleşim olmazsa, hafızalardan bu kötü anıyı silebileceğine ve kız kardeşini geri getirebileceğine inanıyordu. Ya da bu fiyaskodan o kadar hayal kırıklığına uğramıştı ki, katliamın gerçekleştiği yerin bir daha ne adını duymak, ne de görmek istiyordu.
Böylece yıllar boyunca yasak sürüp gitti. Hatta Leif’in ölümünden sonra kötü hasatlar, zor kışlar yaşanmasına rağmen koloniyi batıya, Kuzey Amerika’ya doğru yaymamaları, bunu akıllarına bile getirmediklerini gösteriyor. Bunun yerine birçok kişi Grönland’da kalmalarının olanaksızlığını anladılar ve tekrar İzlanda’ya döndüler. Birkaçı kalmaya devam etti, ama iki yüz elli yıl sonra Grönland, tekrar kıta Avrupasından kimsenin olmadığı bir yere döndü.
Bu arada bütün bu yıllar sırasında, sadece ailede bir katil olduğu için Leif’in Vinland’a koyduğu yasak saygı gördü. Sonuç olarak, dönemin en dinamik ırkı Kuzey Amerika’yı işgal etme şansını kaçırmış oldu. Eğer Eric’in oğlu, kız kardeşinin gözden düşürdüğü topraklara gitmeyi yasaklamasaydı, bugün dünya ne kadar farklı olurdu?
Ama o zaman, yapılacak en iyi şey gibi görünmüştü.
 
İDEALİST BİR SAVAŞTAN DAHA KÖTÜ BİR ŞEY YOKTUR
Ortadoğu’ya Yapılan Haçlı Seferleri Kudüs, 1095
 
Her şey ideallerin en asiliyle, sözde barbar kafirlerin elinde olan kutsal toprakları kurtarmak arzusuyla başladı. Bununla da bin yıl süren savaşlar ve bugüne kadar artan bir şiddetle gelen ve tehdit eden, her an patlamaya hazır bir bomba ortaya çıktı. Ama bu idealizmin arkasında daha pratik ve ticari sebepler vardı.
Avrupa’dan her yıl binlerce turist bölgeyi ziyaret etmeye gidiyor ve ticareti canlandırıyorlardı. Avrupalılara ilaveten, yedinci yüzyılda Bizans İmparatorluğu’ndan Kutsal Toprakları alan Araplar da bölgeyi aynı şekilde kutsal sayıyorlar, Kudüs’ü Mekke ve Medine’den sonra üçüncü kutsal şehir kabul ediyorlardı.
11. yüzyılda daha dindar bir görüşe sahip olan Selçuklu Türkleri bölgeye geldiğinde işler biraz kızışmaya başladı. Artık, ara sıra turistlerin saldırıya uğradığı oluyor, yeni vergiler ödemek zorunda kalıyorlar, katırları kaçırılıyor ve cinayetlere kurban gidiyorlardı. Elbette, Avrupa’ya bunların haberi geliyordu. Yapılan haksızlıklar anlatıla anlatıla abartılı boyutlara varıyordu. Ama aynı şekilde bir gemi dolusu Müslüman on birinci yüzyıl Paris’ine ya da Londra’sına gelmiş olsaydı, başlarına neler geleceğini ancak Allah bilir.
Konstantinopolis şehrinin karşı karşıya kaldığı tehlike, endişeyi daha da artırdı. Selçukluların Kudüs’ü almasından bir sene önce, 1071’de Bizans ordusu Malazgirt Savaşı’nda ağır bir yenilgiye uğramıştı. Sonraki yirmi sene boyunca Türkler Anadolu’nun içlerine doğru ilerlemişlerdi. Öyle ki artık Konstantinopolis bile güçlü bir saldırı karşısında teslim olacak gibiydi.
Bizans imparatorları, özellikle papaya mektup yazarak Batı’ya acil yardım çağrılarında bulunmaya başladılar. Katolik kilisesi ve Bizans İmparatorları arasındaki ilişki yüzyıllardır gergindi. Aralarındaki en önemli anlaşmazlık imparatorun papanın üstünlüğünü kabul etmemesiydi. Yaklaşan Selçuklu tehlikesiyle imparator köşeye sıkıştı ve papayla anlaşmayı kabul etti. Ayrıca, eğer Konstantinopolis düşerse Avrupa’nın kapılarının açılacağını ve yakında Orta Avrupa’nın savaş alanına döneceğim söyleyerek ikna etti.
Sonunda, Papa II. Urban, tabii başka nedenlerin de etkisiyle 1095’de harekete geçti. Bizanslıların öne sürdüğü gibi, şehrin Avrupa savunmasında bir ön cephe olmasının ne denli önemli olduğunu anladı. Ayrıca ortalıkta boşta gezen çok fazla zırhlı şövalye vardı ve sadece şiddet kullanmayı biliyorlardı. 11. yüzyıl Avrupa’sında baş gösteren sıkıntı, bazı açılardan günümüzün kentlerinin başına bela olan silahlı çetelerin durumuna benziyor, silahsız birçok kişi arada kalıyordu.
Katliamın önüne geçemeyen papanın aklına bir çözüm yolu geldi. Madem birbirlerini öldürmelerini engelleyemiyordu, belki de onları kafirlerin üstüne
salmak daha akıllıca bir fikirdi. Hıristiyan olmayanları Tanrı adına öldürmek günah değildi, saldırgan enerjilerini kullanabilirlerdi ve bu arada daha da önemlisi şiddet başka bir yerde olurdu. Sonunda, Kutsal Toprakları kurtarmanın çok iyi olacağına ve Tanrının zaferine hizmet edeceğine karar kıldı.
Böylece, II. Urban 1095’de yaptığı ateşli bir konuşmayla Kutsal Toprakları kurtarmak için Kutsal Savaş ilan ettiğini açıkladı ve o zamana kadar tahmin edilemeyecek büyüklükteki saldırgan bir kitleyi serbest bıraktı.
11.yüzyılda lojistik destek sağlamadaki en büyük sıkıntı insan toplamak olduğundan Urban, haçlı seferinin, profesyonel askerlerin yardımıyla iyi düzenlemiş, yirmi, otuz binden fazla olmayan küçük bir ordudan oluşacağını sanıyordu. Maalesef birkaç ay içerisinde Keşiş Peter’in yönetiminde neredeyse yüz bin kadar köylü kendi Halk Haçlı Birliği’yle yola çıktı. Peter, kullandığı düz bir mantıkla hayli ikna ediciydi; Tanrı’nın basit insanları sevdiği için, Kutsal Toprakları kurtarma onurunu de kesinlikle onlara bahşedeceğini anlatıyordu.
Bu güruh Macaristan’a girdiği zaman bir kısmı çoktan açlıktan kırılmaya, diğer kısmı da çapulculuğa başlamıştı. Konstantinopolis’e geldiklerinde imparator, hiç bekletmeden köylüleri hemen Anadolu’ya gönderdi. Orada kendilerini beklemekte olan Türkler tarafından da hemen kılıçtan geçirildiler.
İlk haçlı seferi 1097’de Konstantinopolis’e geldiğinde çok korkmuş imparator Alexius’la karşılaştılar. Yüz bini aşan sayıları ne bir düzenlemeyi, ne de yiyecek sağlamayı mümkün kılıyordu. İmparator, kendisine sadakat yemini edecek ve esas amacı doğrultusunda, yani Anadolu’yu geri almak için savaşacak küçük, profesyonel bir birlik istemişti. Kutsal Topraklar her zaman sadece ideal bir amaç olmuş, ama bunun başarılabileceğine kimse inanmamıştı. Şimdiyse on binlerce kavgacı, disiplinsiz şövalyeyle, serflerle ve kibirli prenslerle karşı karşıya kalmıştı. Bunların çoğu da daha birkaç sene önce Bizanslılara karşı savaşmışlardı.
Bu kalabalığın eline fırsat geçerse kendi tacını başından alacaklarından korkan imparator, şehrin kapılarını kapattırdı. Haçlılar da Bizanslılardan hiç hoşlanmıyorlar ve güçlü olmalarından nefret ediyorlardı. Bu kadar yolu, sadece bir imparatorun kişisel çıkarları uğruna savaşmak için gelmemişlerdi.
Kutsal Toprakları almak, böylece bütün günahlarını affettirmek ve bu uğurda ölüp şehit olurlarsa cennete kesin bir gidiş bileti elde etmek istiyorlardı. Bizanslılar bu yeni orduyu beslerken sıkıntılı bir zaman geçmeye başladı. Haçlı askerleri bir şekilde çıkar sağlamanın yollarını hızlandırmayı düşünmeye başladılar. Yüksek amaçları yavaş yavaş arka planda yerini alıyordu.
Sefer sözüm ona Bizanslıların yönetiminde bir sonraki bahar başladı. Sonraki iki sene çok kanlı geçti. İklim ve bölge Fransız, Alman ve İngiliz askerlerine tamamen yabancı olduğundan büyük sıkıntılar çekildi. Yakıcı sıcaktan ve savaşlardan adamların en azından üçte ikisi yolda öldü. Sonunda, neredeyse üç sene sonra hedeflerine, Barış Prensinin Kutsal Şehri olan Kudüs’e vardılar.
Çatışma başladı, surlarda gedikler açıldı. Böylece tarihin en kötü ve en kanlı katliamlarından biri, şehirdeki hemen hemen herkesin kılıçtan geçirilmesiyle gerçekleşti. Saldırganlar ruhlarının ebedi kurtuluşla korunduğuna inandıklarından kentin yarısından fazlasının Yahudi ve Hıristiyan olması onları pek etkilemedi.
Böylece Birinci Haçlı Seferi sona erdi. Çarpışmaların devam etmesine rağmen seksen yıl boyunca Kutsal Topraklar Haçlı eyaletlerine bölündü. Papanın planıyla aslında Kutsal Topraklar kurtarılmıştı, ama bu uğurda yüz binlerce insan canından olmuştu.
Ama bu arada durum giderek kötüleşiyordu. Tarihçiler olayları belli gruplarda sınıflandırmayı sevdiklerinden daha sonra kitaplarda İkinci Haçlı Seferini, Üçüncü Haçlı Seferini okuruz. Halbuki hepsi birbiriyle bağlantılı bir sürecin parçasıdır. Bölgeye, iki yüzyıldan fazla bir süre Haçlı Seferleri yapıldı. Bazıları gerçek dini duygularla, bazıları da günahlarının affolunması için gidiyordu. Ama büyük bir kısmını ilgilendiren, toprak ya da elde edecekleri ganimetlerdi.
12.yüzyıl boyunca Fransa’dan, hatta Norveç’ten ve Danimarka’dan bile haçlılar geldi. İskandinavya’dan gelenlerin çoğu Kudüs’e varabilmek için Rusya büyüklüğünde yol kat ettiler. Art arda süren saldırıların en ünlüsü, efsanevi Aslan Yürekli Rişar’ın yürüttüğü Üçüncü Haçlı Seferi’ydi.
Üçüncü Haçlı Seferi, gerçekten de akla yatkın bir sebeple başladı. 1187’de, kendi Müslüman Haçlı Seferi’ni yapan Selahaddin Kudüs’ü Hıristiyanların elinden geri almıştı. Batılı güçlere yapılan bu hakaret karşısında İngiltere, Fransa ve Kutsal Roma İmparatorluğu kralları, eski anlaşmazlıklarını bir kenara bırakarak kutsal seferde bir araya geldiler.
Rişar altı yıldan fazla savaştı. Savunma o kadar kuvvetli ve akıllıcaydı ki, ancak bir kere Kudüs yakınlarına gelebildiler. Sonunda en iyi şeyi yaparak bir barış anlaşmasında karar kıldılar. Anlaşmaya göre, Batılı turistler Kutsal Şehir’i ziyaret edebileceklerdi. Rişar ülkesine geri dönerken yolda bir düşmanı tarafından pusuya düşürüldü. Aslında İngilizler, Rişar’ı kaçırana teşekkür bile edebilirlerdi. Çünkü efsanevi olmasının bir nedeni de tahta çıktığından beri İngiltere’ye ayak basmamasıydı. İngiltere onun için dipsiz bir para kuyusu ve asil amaçlarını gerçekleştirmek için adam yollayan bir yerdi.
Sonunda ülke iflas etti ve kendisi için istenilen fidyeyle daha büyük bir maddi sorun yarattı. İşin en garibi, John kardeşini kurtarmaya çalışırken ülkenin kötü bir durumda olmasının tüm suçu onun omuzlarına yükleniyordu. Rişar ülkesine döndüğünde, yeni bir ordu hazırlıklarına girişerek ülkeyi daha da fazla borca soktu. Sonra da eski müttefiki Fransa’ya saldırdı ve kısa bir süre içinde orada öldürüldü. John, hükümdarlığı boyunca yapılan zararı onarmakla uğraştı ve daha da kötü bir üne sahip oldu.
Haçlı Seferleri hala devam ediyordu. Bir sonraki yüzyılda bir düzineden fazla sefer düzenlendi; bunların arasında en yıkıcı olanı Dördüncü Haçlı Seferi’dir. Fransa’dan yola çıkan ordu Venedik’te ulaşım aracı ararken yine tarihte görülmemiş bir "iyi fikir" bulundu. Diplomatik zekalarıyla ünlü Venedikliler, Fransızları Kutsal Topraklara götürmeden önce kendi çıkarları için Zara’yı (bugünkü Zadar) Macaristan’dan geri almak için ücretli asker olarak kiralamak istediler.
Fransızlar bu anlaşmayı kabul ettiler. Zara geri alındı ve yağma edildi. Bunun sonucunda Papa tüm orduyu aforoz etti. Ondan sonra her şey kötüye gitmeye başladı. Venedikliler, kiralık ordularına şimdi de Bizans’taki zenginlikleri anlatmaya başladılar. Bizans İmparatoru’nun tahttan indirilen bir akrabasına yardım etmek amacının arkasına sığınan Haçlılar Konstantinopolis’e girdiler. Şehri yakıp yıktılar, yağmaladılar ve nüfusun hatırı sayılır bir bölümünü katlettiler. Sonra da tahta kukla bir imparator oturttular.
Haçlıların esas amacı olan Konstantinopolis’i Türklere karşı korumak tamamen bırakılmıştı ve bu hain saldırının Avrupa’ya da zararı çok büyük oldu. Sonunda, eski Bizans İmparatorluğu ailesi yavaş yavaş bu kadim şehrin tahtına tekrar geçti, ama artık eski güç ve pırıltının sadece gölgesi vardı. İmparatorluğun çöküşü ise baştakilerin o andan itibaren takındığı tutum yüzünden hızlandı.Dördüncü haçlı ordusu savaştan elde ettikleriyle geri döndü. On yıl sonra papa tekrar denedi. Bu ordu Mısır’da bir saldırı üssü oluşturmaya çalıştı. Bu, sıradışı bir plandı ve sonunda Nil deltasının salgın hastalıklarla dolu ortamında gerçekleşmesi mümkün olmadı.
Ama yine de çaba gösterildi. 1260’larda bölge Moğol istilasına uğradığında savaşçı olarak yetiştirilen kölelerden gelen bir hanedan, Memlükler Mısır’ı yönetiyordu. Kendi aralarındaki anlaşmazlıklar yüzünden haçlılarla işbirliği yapma eğilimindeydiler. İki taraf da yakında oraya ulaşması beklenen Moğollara karşı haçlılarla birleşmek istiyordu. Ancak buna gerek kalmadı çünkü Moğollar Kudüs’ü geçtikten sonra geri çekildiler.
En korkunç haçlı seferlerinden biri çocukların katıldığı haçlı seferiydi. Avrupa’nın ortaçağdaki şehirleri yetim ve öksüz çocuklarla doluydu. Bazı insanlar, yetişkinlerin yapamadıklarını, çocukların yapacaklarına inanıyordu. Çünkü günahsız oldukları için, kutsal topraklara ilerlerken tanrı onları koruyacaktı. Binlerce Avrupalı çocuk yollara döküldü. Yol boyunca hayatta kalmak için de dileniyor ve hırsızlık yapıyorlardı.
Kilise çocukları vazgeçirmek için çaba gösterdiyse de masum bir şekilde kendilerini ortaya atmalarına hiçbir şey engel olamadı. İtalya kıyılarına ulaşan çocuklar toplandı ve liderler gemi sahipleriyle çocukları kutsal topraklara götürmeleri için anlaştı. Ama bu çocukların hepsi gemilere yüklenip Kuzey Afrika’ya götürüldü. Orada da köle olarak satıldı.
Haçlı seferlerinden birinde ise Fransa’nın dışına bile çıkılamadı. Fransız kralı papayla işbirliği yapıp ülkenin güneyinde yaşayan Albigenlere karşı bir kutsal savaş ilan etti. Kuzeyde yaşayan binlerce Fransız asilzadesi de bu savaşa katıldı. Oluşturulan güç Provence bölgesine girdi ve Albigen olanları da olmayanları da öldürdü ve topraklarını ellerinden aldı.
Haçlı ruhu sonunda 14. yüzyılda, Kudüs’ün Memlûk ve Osmanlı saldırılarına karşı koyamayıp düşmesiyle son buldu, yüzyıl savaşları, İtalyan şehir devletlerinin anlaşmazlıkları ve Büyük Salgın Haçlı Seferlerini bitirdi. Sonuç korkunçtu. Bizans İmparatorluğu darmadağın oldu. Yüz binlerce insan öldü ve Müslümanlar Avrupalıları mutlaka püskürtülmesi gereken işgalciler olarak görmeyi öğrendi. Savaş ve özgürleşmenin ardındaki olumlu fikirler her zamanki
gibi hırsa, idealizm çılgınlığına, dinsel bir nefrete; zalim ve uzun bir acıya dönüştü.
 
AVRUPA ANTAKYA’DA BÖLÜNDÜ
İmparator Alexius ve Antiokya (Antakya) Kuşatması 1097, Bizans İmparatorluğu
 
Avrupa’da hem politik, hem de dinsel olarak bir güç bölünmesi yaşanıyordu. Dokuz yüz yıllık tarihinde Roma İmparatorluğu’nun doğusu ve batısı arasındaki fark çok belirgindi ve ayrılması doğaldı. O zamanlar Batı’da Bizans İmparatorluğu pek önemli görülmüyordu. Asillerin ve baştakilerin günlük yaşamları ise merak ediliyordu.
İznik Konsülünün aldığı kararlar bile Hıristiyanların çıkarlarından daha az önemliydi. Hükümetler bölünmüş olsa bile Büyük Roma İmparatorluğu’ndaki yerlerini hatırlıyorlardı. Bu öyle güçlü bir imajdı ki, bin yıl sonra bile Avusturya monarşisi kıskançlığını sürdürecekti. Yunanca konuşan ve kendilerine Rhomaio, imparatorluklarına Romania diyen vatandaşlar da vardı. Avrupa’yı bölen din değildi, Konstantinopol’de tahta çıkan imparator Alexius’du.
İslam orduları Suriye’yi ve Balkanların çoğunu fethettiğinde Bizans’ın vergi geliri de hayli düştü. Sonuç olarak imparator gelirlerini artırmanın yollarını aradı. Birçok çabasından biri de Roma’daki Papa’yı yardıma çağırmak oldu. Uydurulan bahane de kutsal toprakları özgürleştirmekti.
Papa’nın ise bir sorunu vardı. Pek çok işsiz asker etrafta başı boş dolanıyordu. Alexius’dan yardım isteyen bir mektup alınca, Tanrı’nın iki soruna birden bir çözüm gönderdiğine inandı. Papa Urban kutsal toprakları kurtarmak için yapılacak bir haçlı seferi için çağrıda bulunmaya başladı. İşsiz ve sabırsız askerler, topraktan yeterince kazanamayan çiftçiler ve onur kazanmak isteyen soylular ya da evlerinde sıkılanlar söz verilen cennet mekanlarını kazanmak için orduya katıldı.
Alexius birkaç bin adam beklerken binlerce şövalye ve askerin çağrısına yanıt verip Konstantinopol’e gelmekte olduğunu öğrendi. Bu kadar çok insanı kendi şehrinde barındıramazdı Alexius. Ayrıca gelenlerin, ülkesinden arta kalanı elinden alma ihtimali de yüksekti. Gelenlerin çoğunun burnu büyük, şiddet düşkünü ve aynı zamanda cahil olması da durumu zorlaştırıyordu. Zaten bir yüzyıl sonra bu korkulan da gerçekleşecekti. Konstantinopol Osmanlı Türklerine geçtiğinde nüfus yüzde altmış azalmış olacaktı.
Bizans İmparatoru bir çözüm buldu. Haçlı ordusu ulaştığında askerler ona bağlılık yemini etmeden kimseyi içeri almayacağını açıkladı. Bu aynı zamanda fethettikleri toprakların da ona ait olması anlamına geliyordu. Bu, iyi güzeldi de, bağlılık ilan edilen lordun da sorumlulukları vardır. En önemlisi de yardım ve koruma sağlamalıydı. Batı krallıklarında bu çoğu zaman yakalanan bir şövalye için gerekli fidyeyi ödeyip onu kurtarmak anlamına gelirdi. Bu, bütün şövalyelerin hatta düşmanların bile birbirini tanıdığı küçük Batı krallıklarında uygulanan bir yöntemdi. Ama Alexius, güçten düşmüş olsa da büyük bir imparatorluğun başındaydı. Büyük bir ihtimalle o zamanlarda Konstantinopol’de Paris’tekinden çok insan yaşıyordu.
Alexius yeni "kullarım" apar topar savaşa gönderdi ve birkaç ay içinde bu ordu bir Selçuklu Türk birliğini yendi, Antiokia’yı’u (Antakya) kuşattı. Kuşatma uzun sürdü, bu da Selçuklulara yeni bir ordu kurmak için zaman kazandırdı. Haçlılar Alexius’un zamanında gönderdiği erzak sayesinde kuşatmayı başarıyla sonuçlandırdı. Ama birkaç ay sonra bu kez Selçuklu ordusu Antioch’u kuşattı. Ancak Selçuklular surları aşamadı ama bir süre sonra yeni bir ordu daha oluşturdular.
Batı’da beklendiği gibi Haçlılar bağlılık yemini ettikleri lordun gelip kendilerini kurtarmasını beklediler. Alexius’un ise sadece bir ordusu vardı. Hem Konstantinopol’ü korumak, hem de işgale karşı savaşmak gibi iki işlevi vardı ordunun. Alexius’un kullarına yardım etmesi gereken bir tanrı gibi mi, yoksa ülkesini koruması gereken bir imparator gibi mi davranacağına karar vermesi gerekiyordu. Antioch’a ilerlerse hızlı ve kayıpsız bir zafer kazanması gerekirdi, çünkü ordusu zarar görürse Konstantinopol’ü savunacak kimse kalmayacaktı. Oraya kadar gidip de başaramazsa geri dönüşü, telafisi yoktu. Türkler koruma sözü verdiği milyonlarca insana ulaşacaktı.
Karar Romalı stratejisine uyuyordu. Ordusu bir garanti olarak duracaktı ve haçlıları kendi imkanlarıyla bırakacaktı. Onların sadece lordu olmuştu ve imparatorluğu daha önce gelirdi. Haçlılar bunu bir ihanet olarak gördü ve çok sinirlendi. Ama öfke önemsiz bir tepkiydi. Bir ay sonra büyük bir sürpriz yaparak, haçlı ordusu Antioch’dan kaçmayı başardı. Bu kaçışın ardından moral bulan askerler başka şehirleri ele geçirdiler. Alexius’a verdikleri bağlılık sözünden Alexius’un ihaneti dolayısıyla kurtulmuşlardı. Artık kendi krallarının emirlerine uymaya karar verdiler. Bu haçlılar artık kahraman olmuştu. Batı Avrupa’ya döndüler ve Alexius’un onursuzluğundan ve iki yüzlülüğünden bahsettiler.
Alexius’un korumayı seçtiği şehir sakinlerinden biri olsaydınız doğru kararı verdiğini düşünürdünüz. Haçlılar zaten güçsüzleştiği ve onlardan umut kesildiği için askeri açıdan da doğru karar buydu. Ancak Batı dünyasının soylularını yardıma ihtiyaçları olduğunda yalnız bırakmakla iki Avrupa’yı birbirinden ayırdı ve bu ayrım hala devam ediyor. Zaten çabaları da başkenti kurtarmak için yeterli olmadı. Alexius’un aldığı bu karar yüzünden Bizans’ın düşmanları olduğu fikriyle büyüyen bir sonraki nesil, Konstantinopol’ü Hıristiyan dünyasının bir parçası olarak görmedi. Şehir 1453’te de Türklerin eline geçti.
 
SAKALLARI YAKARSAN SONRASINI DA DÜŞÜNECEKSİN
Şah Alaaddin Muhammed ve Cengiz Han 13. Yüzyıl Harzem İmparatorluğu
 
13. yüzyılda Harzem İmparatorluğu dünyanın en zengin ülkesiydi. Bugünkü İran, Pakistan, Afganistan ve Orta Asya’nın büyük bir bölümü bu imparatorluğun sınırları içindeydi. Şah Alaaddin Muhammed bu büyüklüğün çeşitli sorunları da beraberinde getireceğini biliyordu.
İpek Yolu önemli bir gelir kaynağıydı. Çin, Hindistan, Ortadoğu, Doğu Rusya ve hatta Batı Avrupa’dan tüccarlar ticaret merkezleri olan Merv, Buhara ve Semerkand’da bir araya geliyordu. Semerkand’ın nüfusunun yarım milyondan daha fazla olduğu söyleniyordu ki, o zamanlar Paris ve Londra’nın nüfusları taş çatlasa otuz-kırk bindi. Dünyanın bu uzak köşesinde geniş zevk bahçeleri vardı. Egzotik meyve ağaçları, şırıl şırıl akan çeşmeler eşliğinde dünyanın dört bir yanından gelen asiller hayatın tadını çıkarıyordu.
Aynı zamanda entelektüel bir merkezdi bu imparatorluk. Her büyük şehirde üniversiteler, kütüphaneler olması Şahın imparatorluğunu İslam dünyasının sanat, şiir ve bilgi merkezi haline getirmişti. Aynı zamanda bolluk İçinde olması da buna etkendi. Bir dizi başarılı savaş sonucunda imparatorluk her yönde genişlemiş ve Fransa, Almanya, İngiltere gibi ülkeler Haçlı Seferlerine bile ancak elli bin kişilik bir ordu gönderebilirken, Harzem İmparatorluğunun tümü zırhlı ve tam donanımlı beş yüz bin askeri vardı. Hiçbir devlet Harzem İmparatorluğu’nu kızdırmaya cesaret edemiyordu.
Ancak Şah kötü haberler almıştı. Pek ciddi bir şey değildi ama can sıkıcıydı. Sinek küçüktür ama mide bulandırır. Üç bin kilometre kadar doğuda yeni bir güç doğuyordu. Ne oldukları belli olmayan, çadırlarda yaşayan, göçmen bir krallık. 1206 yılında bu barbarlar, adı Kralların Kralı ya da Savaşın Kusursuz İmparatoru anlamına gelen Cengiz Han’ın yönetimi altında toplandı. Cengiz Han Çin Seddi’nin ardına geçmeyi başarmış ve kuzeydeki Çin şehirlerini ele geçirmişti.
Bir Tatar hükümdarı olan Kuşluk, Harzem İmparatorluğu’na komşu olan Karakitai’de (bugünkü batı Çin) bu yeni kağana karşı isyan etme cesaretini gösterdi. Bütün büyük hükümdarların yapacağı gibi Harzem Şahı da bu isyana gizliden gizliye destek verdi. Böylece barbar devletini parçalayabileceği. Eğer bu Kuşluk denen adam fazla güçlenirse desteğini Cengiz Han’dan yana çeviriverirdi.
Ama Cengiz Han sadece yirmi bin adamdan oluşan iki tümen asker gönderdiğinde yolunda gitmeyen bir şeyler olduğuna anlamalıydı. Bu adamlar Cengiz’in en iyi komutanlarından Çepe’nin kumandasındaydı. Çepe dağlardaki isyanı bastırmakla görevliydi ve altı yıl süren bir çarpışma sonucunda isyanı bastırdı.
Cengiz’in askerleri ilerlemiş ve imparatorluğun doğu sınırının çok küçük bir bölgesini kontrol altına almışlardı. Bu işgal için mantıklı bir rota değildi çünkü o tarafta Pamir Dağları vardı. Bu dağların yüksekliği zaman zaman yedi bin metreye kadar çıkıyordu.
Ticaret her zamanki gibi devam etti. Dünyanın her yanından kervanlar geliyor, vergilerini ödüyorlar ve şehirlerdeki öteki tüccarlarla alışveriş yapıyorlardı. Bu yeni hükümdarın elçileri zaman zaman Şaha gelir, dostluk belirtisi olarak ufak tefek hediyeler verirdi. Karşılığında da aynı şekilde hediyeler giderdi. Ama rahatsız edici bir şeyler olmaya başlamıştı.
Barbar Moğollar da kervanlarla gelmeye başlamıştı. Kendilerine tüccar diyorlardı ancak sadece Çin’den bozulmuş artık şeyler getiriyorlardı. Şahın ajanları durumun farkındaydı ve hiç hoşlarına gitmiyordu. Bu tüccarların aslında ajanlar olduğu ve surların ne kadar güçlü olduğuyla ilgili notlar aldıkları, askerlerin nerelerde durdukları ve surların üzerinde ne kadar mancınık yer aldığı gibi bilgileri ele geçirdikleri ortaya çıktı.
Aynı zamanda Cengiz Han’ın ordularının ne kadar güçlü olduğu dedikodusunu halk arasında yayıyorlar ve Harzem İmparatorluğu halkını korkutuyorlardı. Tarih boyunca bu taktik hep kullanılmıştır. Rapor hazırlamaya gelen tüccarlar, rakibin savunma hattını öğrenip bilgileri hemen geri ulaştıran diplomatlar ve ailelerin resimlerini köprünün, savunma birliklerinin Önünde çeken turistler. Bu işin türlü türlü yolları vardır. Bu üçüncü sınıf barbarların gönderdikleri ajanlar yakalanıp, mallarına el kondu ve apar topar dışarı atıldı. Barbarlar için iyi bir uyarı yapılmıştı.
Aylar geçti ve Şah seçeneklerinin neler olduğuna baktı. Moğollar binlerce kilometre uzaktaydı ve Çin ile olan savaşlarına dalmıştı. Casusların gönderilmesine tepki gösterecek olsalar bile ordularını Sibirya’nın geniş bozkırlarından geçirip ulaşmaları en az altı ay alırdı. Harzem İmparatorluğu’nun sınırına geldiklerinde ise karşılarında beş yüz bin Harzem askerini bulacaklardı. Öylece mide bulandıran sinek öldürülmüş, Şahın ünü dünyaya bir kez daha yayılmış olacaktı.
Cengiz Han’ın elçileri Şaha ulaştı. Dilleri ve tarzları İslam dünyasının elçilerinin dilleri kadar kibar değildi, ancak anlaşılmıştı ki durum Cengiz’in pek hoşuna gitmemişti. Cengiz, iyi niyetle Harzem İmparatorluğunun tüccarlarının kendi ülkesinde ticaret yapmasına izin verirken, kendi ülkesinin tüccarları Harzem şehirlerinde soyulup dışarı atılıyordu. Özür dilenmeli, tüccarların zararları karşılanmalı ve Moğol kervanına kötü davranan sorumlular cezalandırılmalıydı.
Bir ders vermenin tam zamanıydı ve Şah Muhammed’in bu dersi vermek için harika bir fikri vardı. Elçi olarak gelen Moğolların sakalları Şah ve yanındakilerin huzurunda yakıldı. Sakallar yanarken bayağı nahoş bir görüntünün ve aynı zamanda kokunun oluştuğu kesindir. Bazı kaynaklara göre ise sakalı yakıldıktan sonra Moğol elçisi öyle özensiz tıraş edilmiş ki az daha kafası kopuyormuş.
Her neyse, insan, acaba Şah neden böyle yaptı, demekten alamıyor kendisini. Casusları, Moğolların "modern" bir ordu tarafından kolaylıkla durdurulabilecek sıradan barbarlar olduğundan emin miydi acaba? Acaba kazanacağından emin olduğu bir savaş mı başlatmaya çalışıyordu? Tarihte resmi bir bildirim yapılmadan savaşa girişildiği olmuştur. Şahın uyguladığı taktik ise Cengiz’i öfkelendirecek kadar aşağılayıcıydı. Yoksa Şah sadece eğlenmek mi istemişti? Elçiler acı ve aşağılanma içinde çığlık atarken Şah ve beraberindekiler katıla katıla gülmüştü. Ardından da elçiler kapı dışarı edilmişlerdi.
Sonra fırtına başladı... Sen hem Moğol elçilerinin sakallarını yak, hem de bunun cezasız kalacağını düşün. Moğol geleneklerine göre taraflardan birinin öleceğinin bildirilmesiyle savaş başlar. Ölen tarafın kim olacağı ise bilinmez.
Yüz binden biraz daha fazla askerle Cengiz Han 1219’da Harzem İmparatorluğu’nun kalbine doğru büyük bir hızla ilerledi. Birkaç ay içinde şahın ordusu yenilmekle kalmadı, resmen telef edildi. Sonraki yıl, o muhteşem şehir Semerkand düştü, tüm nüfus kılıçtan geçirildi. Şaha Moğolların kendisi için bir "av partisi" düzenlediği haberi geldi. İki tümen uzman asker Şahı öldürüp Cengiz’e kafasını getirmek için harekete geçmişti.
Panik halindeki Şah kaçtı. Peşinde de Moğol generali Subutay yönetiminde yirmi bin asker vardı. Takip üç bin kilometre kadar sürdü. Sonunda Hazar Denizi’nde bir adaya kaçtı ve korkudan saçı sakalı beyazlamış şekilde öldüğü söylendi. Bazı tarihçiler Harzem İmparatorluğunu yıkan savaşın tarihin en ağır savaşı olduğunu söyler. Tüm nüfusun yüzde 75’i kılıçtan geçirilmiş, bütün şehirler dümdüz edilmişti. Sonuçta İslam’ın akademik kalbi artık atmayacaktı.
Cengiz, giriştiği savaşta şahın ordularının peşinden koşarken Hint Okyanusu kıyılarına kadar ulaştı. Subutay batıdaki ve kuzeydeki bilinmeyen ülkelere keşfe çıkmak için izin istedi. 1233 yılında geri çağrılana kadar Kafkasları geçecek, Rusya’nın verimli kara topraklarına ulaşacak ve en sonunda Dinyeper nehrinde duracaktı. Sahne elli yıl sonra Moğolların Rusya ve Doğu Avrupa’yı ele geçirmeye çalışmaları için uygun duruma getirilmişti.
Şah, birkaç sakal yakmanın cezasını tüm bir kıtanın yakılıp yıkılmasıyla ödedi.
 
BAŞKASINA GÜVENİRSEN YAYA KALIRSIN
Prester John ve Son Haçlı Seferi 13. Yüzyıl Avrupası
 
Her şey Bizans İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopol’ün patriği Nestorius’un söyledikleriyle başladı. İS 5. yüzyılda gelişen olaylarda Nestorius, İsa’nın kutsal ruh fikriyle dolu sıradan bir insan olduğunu ve bu nedenle Meryem’in de tanrıyla bir ilişkisi olmadığını söylüyordu. Patrik, Doğu Roma İmparatorluğu’nun dini lideri olduğundan fikirlerini çabucak yayması kolaydı. Bu fikir kilisenin öteki patrikleri ve Doğu Roma hükümdarı tarafından pek de hoş karşılanmadı. Birkaç hafta içinde Nestorius görevden alındı.
Bundan yılmayan Nestorius "sapkın" fikirlerini yaymaya devam etti. Bir mürit grubu oluşmaya başlamıştı. İnatçılığı yüzünden bu eski patrik ve müritleri sürüldü. O zamanlar sürgüne gönderilmek, Bizans’ın söz sahibi olduğu toprakların çok daha doğusuna gitmek anlamına geliyordu. Nestorius ve takipçileri Hindistan’a kadar gitti. İsa hakkındaki fikirlerini burada da ifade ediyorlardı ancak oraya ilk gelen Hıristiyanlar oldukları için bunları anlattıkları Hıristiyan olmayanlardı. Bir süre Nestorius’un müritleri dikkat çekti ancak Bizans İmparatorluğu küçüldükçe bağlantı kaybedildi. Tüm bilinen oralarda, uzaklarda doğuda bir yerlerde Nestorius’un takipçilerinin olduğuydu.
12.yüzyılın sonunda Avrupa tuhaf bir yer haline gelmişti. Dev imparatorluklar parçalanmıştı ve Kiev’den Londra’ya kadar bütün devletler küçülmüştü. Bu küçük devletler zenginleşmişti ve Kudüs ile kutsal toprakları kurtarmak dışında sınırlarının ötesinde olup bitenle ilgilenmiyordu. Bunun nedeni de Avrupa’nın ötesindeki ticaretin önünün İslam’ın yükselişi nedeniyle kesilmesiydi.
Bu, aynı zamanda Avrupalıların cehaletle geçirdiği "Karanlık Çağlar"ın sonuydu. Bin yıl önce Roma’da Çin’den gelen ipek sayesinde bol bol ipek bulunurken ipek artık bir zenginlik ve asalet işareti olmuştu. Basit bir ipek ceket bile bir tarla işçisinin beş yıllık gelirine eşitti. Avrasya’nın üçte ikisi Marco Polo’nun keşfetmesini bekleyen bir bilinmeyendi.
13.yüzyılda Avrupa’nın yüzü 5. yüzyıldakinden oldukça farklıydı, Doğu dünyası ise tanınmayacak hale gelmişti. İslam güçlenmiş, dört kez yapılan Haçlı Seferleri geçici bir süreyle de olsa kutsal toprakları özgürlüğüne kavuşturmuştu. Savaşçı Müslümanlardan daha önemlisi ise Çin’i çoktan fethetmiş olan Moğol İmparatorluğuydu.
Moğollar yüzlerini Batı’ya dönmüştü. Avrupa ise küçük krallıkların, birkaç asilin yönetimindeki disiplinsiz ordularıyla Haçlı Seferlerine çıkıyordu. Dört sefer Yakındoğu’yu ticarete açtı ama bu, Hıristiyan dünyasının yararına olmadı. Katolik Kilisesi hala yönetimi elinde tutuyordu ve Papa Avrupa politikasının en önemli adamıydı. Gücünün çoğu da "Kutsal Topraklar"ı kafir Müslümanlardan kurtarmak için düzenlediği Haçlı Seferlerinden geliyordu.
Ama Nestorius ve takipçilerinin başına gelenler Prester John efsanesinin oluşmasına yol açtı. 1122’de Roma’ya Hindistanlı bir rahip ulaştı. Hindistan ve Çin’de yaşayan Nesturilerin (Neşter yanlısı Hıristiyan) bir elçisi olduğunu söylüyordu. Aslında Hindistan’da birkaç bin Nesturi vardı, Çin’de ise tek kişi bile yoktu. Ama Papa’nın duymak istedikleri buydu. Moğol İmparatorluğu’nun büyümesiyle ilgili haberler ve hatta ayrıntılı raporlar Avrupa’ya ulaşıyordu. Bunun için harekete geçmek isteyen AvrupalIlar Prester John’a yardım bahanesiyle yeni bir Haçlı Seferi başlattılar. Bu Beşinci Haçlı Seferiydi.
Prester John güçlü bir askeri lider ve inançlı bir Hıristiyan gibi tanıtılıyordu. John, İslam dünyasının yanı başında güçlü bir Hıristiyan krallığının başındaydı. 1145’de Suriye Başrahibi Papa’ya gönderdiği mektupta doğudaki bir Hıristiyan krallığının kutsal toprakların geri alınmasında yardımcı olmak üzere bir ordu gönderdiği konusunda bilgi aldığını yazdı. 1221’de haçlı seferi için çağrı yapılmıştı.
Hıristiyan dünyası Prester John’un İspanya’dan İran’a kadar her yeri elinde tutan İslam ordularından Avrupalı Hıristiyanları kurtarmak için harekete geçtiğinden o kadar emindi ki, Moğol fetihleri bile görmezden geliniyor hatta bunlar Prester John’un yaptıkları olarak anlatılıyordu. Batı Avrupa için Prester John gerçek, Moğollar ise bir efsaneydi.
Böylece Papa haçlı seferini başlattı. Filistin’e doğru yola çıkan binlerce şövalye öldü. Sonunda Hıristiyanlar kutsal toprakları tamamen kaybetti. Ancak o vakte kadar bu, Hıristiyanlar için önemli değildi, çünkü Prester John her an ordusuyla ortaya çıkabilir ve Hıristiyanları kurtarabilirdi. Dahası John, doğudan gelecekti ve Müslüman kafirleri aralarında sıkıştırmış olacaklardı.
Bu efsanenin gücü Avrupa’nın stratejisine yarım yüzyıl boyunca yön verdi. Sonunda ise Prester John’un gerçekten bir efsane olduğu ortaya çıktı. Ayrıca Moğolların da gerçekliğinin farkına varıldı. Batı Avrupa Haçlı Seferleri nedeniyle ikiye bölündü. Bazıları destek verirken, bazıları hata olduğunu düşünüyordu.
En büyük iki Hıristiyan krallığı Polonya ve Macaristan’dı. Ama büyük olmaları uygar oldukları anlamına gelmiyordu. Bu iki krallık, ikiye bölünmüş Fransa gibi kendi halinde gelişmeye bırakılmış olsaydı "Karanlık Çağ" bir yüzyıl daha önce biterdi. Ancak Moğollar sonunda Avrupa’ya saldırmaya hazırlandıklarında, Batı’nın askeri gücü dağılmış durumdaydı.
Macaristan Kralı IV. Bela tüm Hıristiyanlığa kendilerini ve tabii ki Macaristan’ı savunmaları için çağrı yaptığında Öyle büyük bir ordu oluşturulamadı. Avrupa’nın her tarafındaki şövalyelerden yanıt geldi. Ama beklendiği kadar büyük bir katılım yoktu. Batı Avrupa’dan tek bir kral bile ordusunu toplayıp gelmedi.
On beş-yirmi yıl önce Filistin’de savaşanlardan çoğu ölmüştü ve mali açıdan da orduların yeni bir savaşa gücü yoktu. Moğollar, Polonya ve Macaristan’ı ezip geçti. Moğol hükümdarı ölmeseydi ve Moğol orduları kendi kendilerine geri çekilmeselerdi, Dublin’e kadar ilerleyip tüm Avrupa’yı ele geçirmekten onları alıkoyacak hiçbir güç kalmamıştı.
Prester John bir efsaneydi. Olmayan bir Hıristiyan Krallığı ile güçleri birleştirip İslam ordularını yenme fikri Papa’ya ve asillere öyle çekici gelmişti ki kimse buna karşı çıkamadı. Bu öyle bir efsaneydi ki, Moğol hükümdarı ölmeseydi, tüm Avrupa Moğol hakimiyetine girecekti.
 
BEDDUALARIN ASIL HEDEFİ
Sicilya’da Akşam Duası Katliamı 1282, Palermo, Sicilya
 
Romalılar Sicilya’yı işgal ettiğinden beri ve muhtemelen daha da önce, Sicilyalılar Akdeniz’in kontrolü kimin elindeyse onun paspası olmaktan bıkmıştı. 1282’de Fransız monarşisi Sicilya’yı kontrolü altına aldığında da, 1266’da Anjou’lu Charles Sicilya krallığına getirildiğinde de durum buydu.
Büyük bir ihtimalle Charles adanın bir deniz üssü olmaktan ve vergi getirmekten başka bir yararı olmadığını anlamıştı. Sicilyalılar, kendi çıkar ve ihtiyaçları gözetilmeden büyük Avrupa devletleri tarafından yapılan anlaşmalardan rahatsızdı.
Bugünkü milliyetçilik koşullarında Sicilyalıların rahatsızlığının milli nedenlerden kaynaklandığını düşünebilirsiniz. Sicilya’da Avrupa’nın geri kalanına göre bu anlamda daha ciddi bir kimliğin oluştuğundan söz etmek mümkünse de bu sorunun sadece küçük bir kısmıydı.
Sicilyalılar için en can sıkıcı durum Fransız monarşisinin paraya ihtiyacı olması ve Sicilya gibi uzak yerleri para makinesi gibi görmesiydi. Ayrıca vergi toplamak ve düzeni sağlamak için adaya Fransız yöneticileri de gelmişti. Çoğu Parisli bu Fransızlar Sicilyalıları yıkanmayan, pis köylüler olarak görüyorlardı. Sicilyalıların yıkanmayan köylüler olduğu doğruydu ama asıl sorun Fransızların ada halkını aşağılamasıydı.
Bununla birlikte, işgalcilere karşı kendilerini savunmak için La Cosa Nostra’yı yaratmış olan bu halk oldukça sakindi. Ufak tefek bir sürü olay oluyor, anlaşmazlıklar artıyordu. Ama 30 Mart 1282’ye kadar önemli bir şey meydana gelmedi. Paskalyadan sonraki pazartesi günü işler birden karıştı. Bir grup Sicilyalı kilisede akşam duası için toplanmıştı.
Bir gün önce bir grup Fransız askeri Santo Spiro (Kutsal Ruh) kilisesini basmış ve vergi borcu olan bazı kaçakları yakalamıştı. Bu, açıkça ötekilere karşı gözdağı vermek için yapılmış bir ibret gösterisiydi. Kilisede otururken kelepçelenip götürülen bu adamların oluşturduğu manzara sadece mırıldanmalara yol açtı ama kimse direnmedi. Ve o pazartesi günü, akşam duası başlamadan önce şehrin yerlisi Katolikler kilisenin önünde toplanmıştı.
Yetkililer böyle büyük bir kalabalıktan rahatsız olmuştu. Bunun sadece dinsel bir kutlama olduğundan ve Sicilyalıların silahlı olmadığından emin olmak için iki yüz Fransız askeri gönderildi. Aslında bu çok anlamlıydı. Çünkü daha önce benzer toplantılar tartışmalara neden olmuştu ve bir gün önce aynı yerde kötü bir olay yaşanmıştı.
Sicilyalılar üzerlerinin aranmasına ses çıkarmadı. Silahsızlardı. Ama Fransızların tacizci yaklaşımı Sicilyalıların gururuna dokunmuştu. Fransız askerlerinden biri "silah aramak için" yeni evli bir kadının bluzunun altına elini sokunca kocası öfkelendi. "Fransızlara ölüm" diye bağırıp, Fransızın kılıcını belinden çekerek üzerine yürüdü. Bu hareket kalabalığı ayaklandırdı. Hiçbiri silahlı olmamasına rağmen tüm Fransız askerlerini öldürmeyi başardılar. Kayıtlara göre Sicilyalılar da iki yüz kayıp verdiler.
Sonraki günlerde tüm ada halkı ayaklandı. Binlerce Fransız ve onlarla işbirliği yapan ya da evlenenler de öldürüldü.
Charles’ın tepkisi iki birlik daha göndermek oldu. Yeni birlikler ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırıp Sicilya’yı geri aldılar. Adada isyan ve direniş bir yaşam tarzı halini aldı. Halk adadaki yönetime alternatif olarak adı bugün ’Cosa Nostra’ olarak bilinen bir kültürel doku oluşturdu.
Fransızların tutumu sadece isyana neden olmadı, aynı zamanda Amerika’nın ilk organize suç mekanizmasının temellerini attı. Bagajlarda bulunan cesetlerin, ayağından betona gömülmüş, dizlerinden vurulmuş insanların okuduğu beddualar hep dinsel bir kutlamada sorun çıkmasını engelleme işgüzarlığında bulunan Fransız yöneticilere gitmeliydi.
 
FARELER MEYDANI BOŞ BULUNCA
Kediler İçin Kara Bir Gün 1300’lerde Avrupa
 
’Kara Ölüm’ olarak bilinen veba salgını ilk olarak 1300’lerde Çin’de ortaya çıktı. Kurbanların şikayetleri ağrılar, ateş ve bulantıyla başlıyordu. İnsanların dirseklerinde ve kasıklarında mor kabarıklıklar oluşuyor ve kısa sürede yumurta büyüklüğüne ulaşıp sertleşiyordu. Bu yumurtalar patladığında içinden pis kokulu siyah bir madde fışkırıyordu ancak bu rahatlama kurban için çok geç oluyordu. Çünkü hasta beş gün içinde ölüyordu.
Bunun bilinen bir tedavisi yoktu ve alınan hiçbir önlem işe yaramıyordu. Seksen yıl içinde hastalık Çin nüfusunu üçte bir oranında azaltmıştı. İyi işleyen ticaret yolları aracılığıyla da salgın batıya doğru, Hindistan ve Ortadoğu’ya ilerliyor, her gün binlerce insanın ölümüne neden oluyordu.
Hastalığa neyin sebep olduğu bulunamıyordu. 1347’de bozkır savaşçıları bir Ceneviz şehrini kuşatıp mancınıkla hastalıktan ölmüş cesetleri şehre fırlattılar. Böylece şehrin çoğunluğu hastalığa yakalandı. Bu cesetler toplanıp yakıldı ve ardından da gömüldü ancak hastalığın yayılması engellenemedi. Şehir mahvolduğu için Cenevizliler Sicilya’ya geri döndü ve hastalığı orada da yaydılar. Hastalık, yeni ve kendisiyle ilgili hiç bilgisi olmayan bir nüfusa yayılacaktı. Sicilya üzerinden Avrupa ve Kuzey Amerika da hastalıkla tanıştı ve milyonlarca insan öldü.
Bu salgına hastanın derisinin son aşamalarda koyu mor bir renge dönmesinden dolayı "Kara Ölüm” adı verildi. Derinin bu renge dönüşmesi, soluma sorunları yüzünden kanda oksijenin azalmasından kaynaklanıyordu. Hastalık bir kere bedene girdikten sonra o günün hiçbir tıp tekniği tedavi edemiyordu. Kara ölüm şehirlerin tümünü darmadağın ederken Avrupa uygarlığının da paniğe kapılmasına yol açtı
Doktorlar salgını durdurmanın yollarını aradılar. Hastalar evlerinde karantina altına alındılar ancak hastalık yine de bir orman yangını hızıyla yayıldı. Birçok insan kara ölümün, Tanrının onlara günahkar yaşamları yüzünden gönderdiği bir ceza olduğuna inandı. Tanrının öfkesini yatıştırmak için insanlar günah keçileri aramaya koyuldu.
Bazı dindarlar Tanrının öfkesini kendi üzerlerine çekip insanları kurtarmak için kendilerini kırbaçladı. Özellikle Brüksel ve Strasburg’da bazıları olanları Musevilerin varlığına bağladı.
Bu panik döneminde binlerce insan öldü. Salgının cadılar yüzünden ortaya çıktığı da söylendi. Zararsız erkek ve kadınlar evlerinden alınıp hastalığın yayılmasını önleme amacıyla yakıldı. Kedilerin ise parlayan gözleri ve geceleri dışarıda çok dolaşmaları yüzünden bu "cadıların" büyülü hayvanları olduğu düşünülüyordu. Binlerce kedi katledildi.
Aslında Avrupalılar kedileri öldürerek salgına karşı en birinci savunma hatlarını kaybetmiş oluyorlardı. Çünkü veba salgını, öteki adıyla Yersinia Pesüs yaygın bir fare biti tarafından taşınıyordu. Ortaçağda her yer fare doluydu. Kanalizasyon ilkeldi. Caddeler insan dışkısı, çöp ve ölü hayvan artıklarıyla doluydu. Kara veba, hastalığı taşıyan bitlerin fareler yoluyla yayılması sonucu artmıştı.
Cenevizlileri Avrupa’ya geri getiren gemide insanlarla birlikte karaya çıkan fareler hastalığı taşımışlardı. Limanda yaşayan bir sürü kedi öldürülmemiş olsaydı fareleri yiyeceklerdi ve hastalık yayılmayacaktı. Ancak bu kemirgenler kontrolsüz kaldı ve getirdikleri hastalığı korumasız binlerce eve yaydı.
14.yüzyılda salgın hastalık Avrupa’da beş kez daha baş gösterdi. Salgın sona erdiğinde nüfusun üçte birinden fazlası ölmüştü. Kediler öldürülmemiş olsaydı ölüm oranı çok daha az olurdu.
 
HEDİYE BİR TOPU ASLA HOR GÖRMEYİN
Tam Bir Şehirli Yaklaşımı 1453, Konstantinopol
 
Bir savaşta insan sadece kendi teknolojisinin durumunu değil, rakibinin de hangi yeni teknolojileri karşısına çıkarabileceğini hesaplamalıdır.
Konstantinopol şehri yedi yüzyıldan daha uzun bir süre İslam dünyasının saldırısına uğramıştır. Önce 7. ve 9. yüzyıllar arasında Araplar, sonra da 12. yüzyılda bölgeye gelen Türkler. Şehri kurtaran o gün için ileri teknoloji sayılabilecek Rum Ateşiydi. Neft ve ziftten oluşan bir karşımdı bu. O günün napalm bombası diyebileceğimiz formülü saklı olan bu gizli madde gemilere yükleniyor ve bronz bir toptan ateşleniyordu.
Elli metreden daha geniş bir alan içerisinde tahtadan yapılmış hiçbir gemi yaklaşamıyordu. Buna benzer alev atan mancınıklar da kale duvarlarında sabit bir biçimde duruyorlardı. Böylece yedi yüzyıl boyunca şehir saldırılara göğüs gerebilmişti. İmparatorluğun geri kalanı parça parça elden çıktıysa bile şehir Bizans’ın elindeydi.
15.yüzyıl başlarında Roma İmparatorluğu’ndan geriye kalan bu şehir ve birkaç küçük Ege adaşıydı. 1451’de daha sonra "Fatih" unvanını alan II. Mehmet tahta geçti ve yedi yüzyıllık amacı gerçekleştireceğine ant içti. Güçlü Konstantinopol şehri Osmanlı kılıcına boyun eğecekti. Mehmet, kenti alma konusunda parlak fikirlerle gelen herkesin Hıristiyan, Müslüman ya da Musevi olmasını önemsemeksizin ödüllendirileceği haberini her yere saldı.
Top yapımındaki yeniliklerin yaygınlaşması henüz birkaç nesillik bir olaydı. Önceki toplar küçüktü, yararsızdı ve hedefi tutturamıyordu. Ancak kısa bir mesafe içinde isabet sağlayabiliyorlardı. Barut zamansız patlayabilirdi, tehlikeliydi ve içindeki kömür, sülfür gibi maddeler nakliye sırasında ayrılıyordu. Bunları bir arada tutmak için geliştirilen teknikler henüz piyasada değildi.
Dolayısıyla bu yeni silah sistemi çok ses çıkaran bir oyuncaktan daha fazlası gibi gözükmüyordu. Aslında Wright Kardeşlerin yaptığı ilk uçak da tehlikeli bir uçurtmaydı ancak arkasından gelen Messerschmitt ve Spitfire’lar çok şeyi değiştirdi.
Macaristan hükümdarı Urban toplara bayılırdı. Barutun zamansız patlaması ve isabet sorunlarına bir çare bulmayı başardı. Eğer topların boyutu ve güçleri artırılırsa doğru yere isabet etmesinin çok önemi kalmayacaktı. Devasa büyüklükteki top mermisi nereye düşerse düşsün büyük bir alana zarar verecekti. Hayallerindeki silah tam bir canavardı, bir tondan daha ağır ve 120 cm. çapındaki bir top mermisini atabilecek bir top. Bu süper topu destekleyecek 90 cm. çaplı mermi atabilen küçük toplar, küçük taşlarla yüklü mancınıklar kuşatılmış bir şehirden gelebilecek her türlü saldırıya karşı bu büyük topu da koruyabilirdi.
Bu silahların imal edilmesinin büyük bir paraya mal olacağını söylemeye gerek yok. Süper silah beraberinde büyük bir asker gücü ve yüzlerce ton barut gerektirecekti.
Urban bu silahın zafer kazandıracağını biliyordu ve iyi bir silah tüccarı gibi bu fikri satmak için dolaşmaya başladı. Akla ilk gelen müşteri adayı tabii ki Konstantinopol’dü. II. Mehmet’in orduları Çanakkale Boğazının doğu tarafında toplanıyordu ve Osmanlı Türkleri Bizans’a karşı kutsal bir savaş ilan etmişti. Urban’ın teklifini ilk olarak İmparator XI. Konstantin’e götürülmesinde mutlaka az da olsa din ve ırk birliğinin etkisi vardı.
Hazırladığı süper silahların planlarını göstererek buna sahip olacak herhangi bir şehrin tüm saldırıları kolayca püskürtebileceğim anlattı. Bu güçlü silahtan atılacak bir mermi, yüzlerce saldırganı öldürebilir ya da bir gemiyi batırabilirdi. Düşman karşılarına aynı büyüklükteki silahlarla çıksa bile onları daha kullanamadan etkisiz hale getirilebilirdi.
Ancak Urban reddedildi. Danışmanlar denenmemiş silahlara para harcamaktansa o parayla biraz daha kiralık asker tutulabileceğine karar verdi. Herhalde Bizans, Urban’ın bir silah tüccarı olduğunu ve bir dahaki durağının Boğazın öte yakası olacağını düşünememişti. II. Mehmet teklifi hemen kabul etti ve Urban’la bu silahları hazırlaması için anlaştı.Bir yıl sonra Mehmet’in ordusu şehri kuşattı. Kuşatmanın kaderini Urban’ın dev topları belirledi. Silahlar Bizanslıların Rum Ateşlerinin menzili dışına yerleştirildi. Ayrıca bu silahların yapılması için harcanabilecek parayla tutulan askerlerin oklarından da uzaktı.
Surlar yıkıldı, Türkler içeri girdi ve XI. Konstantin öldürüldü. Urban’ın silahlarını reddeden danışmanların da Konstantin ile birlikte öldüğünü düşünmek isteyebilirsiniz ancak bu tür bir adalet nadiren gerçekleşir.
Urban’ın silahları Türklere satma fikri uzun vadede yanlış bir karar olabilirdi. İstanbul artık Türklerin önünde bir engel değildi, dahası Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olmuştu. Bu da tüm Güneydoğu Avrupa’nın savaş alanı haline gelmesi demekti. Dahası Türkler Viyana’ya kadar uzanacak ve Urban’ın kendi ülkesi bir savaş alanına dönecekti. Malını satıp para kazanma tutkusu Macaristan’ın bugün bile korkulu rüyası olan, beş yüz yıllık bir çatışmaya neden olmuştu.
 
BİR BAĞIŞLAMA ÇOK GÖRÜLÜNCE
Papa VIII. Henry’yi Bağışlamayı Reddeder 1533, Roma ve İngiltere
 
Papanın bağışlamaları, Tanrının kanunlarına karşı gelen insanları affetmenin bir yoludur ve sık sık gerçekleşmemesi gerekir.
Ancak Katolik Kilisesi standartlarını çok yüksek tutamamıştı. O çağda papaların metresleri, gayri meşru çocukları oluyordu. Bu şartlar altında bağışlanma kağıtları Vatikan hazinesine yapılan bağışlarla kolaylıkla elde edilebiliyordu.
1503 yılında İspanyol Ferdinand kız kardeşi Katherine’in 11 yaşındaki İngiltere Prensi Henry ile evlenmesi için Papa II. Julius’dan izin istedi. Bir bağışlama gerekiyordu çünkü Katherine zaten Henry’nin ağabeyiyle evliydi ancak kocası ölmüştü. Papa ise Hıristiyanlığın bir adamın kardeşinin karısıyla evlenmesini yasakladığını ve bu tür birleşmelerin Tanrının onlara çocuk vermemesiyle lanetleneceğini açıkladı.
Ama Papaya müttefiklik sözü verilip büyük bir çeyiz sunulunca -bu çeyiz doğrudan Papanın sandıklarına gitmişti- Papa bağışlamayı kabul etmişti. İngiltere’nin gelecekteki kralı Henry Tudor iki yıl sonra kendinden beş buçuk yaş büyük Aragon’lu Katherine ile evlendi.İspanya, İngiltere ve Roma bu evliliği pek ciddiye almadı ve elde ettikleri maddi kazanımlarla ilgilendi. Düğün ise planlanandan dört yıl sonra 11 Haziran 1509’da gerçekleşti. Henry düğünden iki ay önce İngiltere kralı olarak taç giydi. Genç çift için her şey toz pembe görünüyordu.
Henry iyi bir kraldı. Bir sanatçı, sporcu ve bilgili bir adamdı. İhtiraslı, yaşama sevinciyle dolu, kendinden önce gelen krallar kadar iyiydi. Katherine ise tutkulu bir şekilde onu yaptıklarında destekliyordu. Öyle ki, verimlilik simgesi olan narı kendi sembolü olarak kullanıyordu. 1518’e kadar altı kez hamile kalmış ve üç kız, üç erkek doğurmuştu. Ne yazık ki, bunlardan sadece bir kız hayatta kalmıştı. Bu kızın adı Mary idi.
Arkasından gelen bir oğlunun olmaması Henry’nin hoşuna gitmemişti. Ayrıca kendinden beş yaş büyük olan, hem de altı doğumdan sonra iyice yaşlı görünmeye başlayan bir kadınla evli olmak da onu sıkıyordu. Çirkinleşmiş ve kendini iyice dine vermişti Katherine. Genç ve tutkulu Henry’nin yüzünü bir arayış içinde genç kadınlara dönmesi kaçınılmazdı, başka bir seçeneği yoktu. Çünkü halkına bir prens borçluydu.
Henry’nin ilgisi sarayda Anne Boleyn adıyla bilinen bir genç kadına yönelmişti. Henry bu kadını "bir meleğin ruhuna sahip, tahta yakışan bir genç hanım" olarak tanımlıyordu. Ama Anne hırslı bir kadındı ve kralın metreslerinden biri olmaya hiç niyeti yoktu. Anne kraliçe olmak istiyordu, Henry de taht için erkek varisler. Bu kusursuz bir eşleşmeydi. Ancak bir sorun vardı, Henry hala Katherine ile evliydi ve Katherine’in Henry’yi bırakmaya hiç niyeti yoktu.
Sorun değil, diye düşündü Kral.
Kralın danışmanlarından biri olan Kardinal Wolsey hernen yeni papa Clement’e bir başvuru yaptı. Henry’nin Katherine ile olan evliliği geçersiz sayılmalıydı, çünkü ilk bağışlama hatalıydı! Bu "hata"nın düzeltilmesi Katherine’in kızı Mary’nin de tahtın varisi olmadığı anlamına gelecekti. Çünkü geçersiz bir evlilikten doğan bir çocuk muamelesi görecekti.
Katherine’in ajanları ve ailesi çoktan Vatikan’la bağlantı kurup kralın bu bağışlamayı sadece kişisel zevkleri için, ona layık olmayan bir kadınla beraber olmak için istediğini açıklamıştı. Wolsey ise olaya, tahta bir erkek varisin gerekliliği, Anne Boleyn’in erdemleri ve Katherine’in hastalığı yüzünden krala karşı olan karılık görevlerini yerine getiremediğinden bahsederek yaklaşmıştı.
Konuşmalar, anlaşmalar uzadı ve tüm Avrupa’yı politika, maliye ve sosyal çatışmalar açısından karıştıracak hale geldi. Bunlarda Anne’in reformcu inançlarının da etkisi büyüktü. Anne ile ilgili haberler İspanyol elçileri tarafından hemen Roma’ya uçuruldu. Katherine’in kraliçe olarak kalması onlar için gerekliydi.Bir süre sonra Henry’nin sabrı taştı. Roma, İngiltere ile olduğu kadar İspanya ile de arasını iyi tutmaya çalışıyordu. Esas sorun Clement’in kendinden önceki bir papanın aldığı kararı bozmak istememesiydi.Anne’in acele ettirmesiyle ve taht için gerekli bir erkek varis beklentisinin verdiği tutkuyla sonunda Roma ile giriştiği tüm görüşmeleri kesti ve yeni bir kilise kurdu. Anglikan Kilisesi. Hemen kendisini kilisenin başı ilan etti, Anne ile evlendi ve ilk evliliğini geçersiz ilan etti.Henry aforoz edildi ancak bu çok umurunda değildi çünkü artık kendi kilisesi vardı ve istediğini yaptırabilirdi.
Anglikan kilisesinin ömrü Anne Boleyn ile yaptığı evliliğin ömründen daha uzun sürdü. Anne 19 Mayıs 1536’da idam edildi ve böylece Henry serbest kaldı. Henry ile aşağı yukarı üç buçuk yıl evli kalmışlardı. Ardında sadece bir kız evlat bıraktı. Erkek varis doğuramamıştı. Papanın aforoz etmeden birkaç yıl önce "İnancın Savunucusu" unvanını verdiği Henry’nin Anne Boleyn’le evlenme fikri tarihin büyük fiyaskolarından biri oldu.
 
İSTİHBARAT OLMADAN SAVAŞ KAZANILMAZ
Eksiksiz Bir Donanma Kuzeye Hareket Eder 1588, İspanyol Donanması
 
"En koyu Katolik kral" olarak bilinen İspanya kralı II. Philip’in İngiltere’yi işgal etmek için bir donanma oluşturmasının son derece mantıklı nedenleri vardı. İngiltere bir Protestan ülkesiydi ve Henry’ye papa tarafından "İnancın Savunucusu" unvanı verilmişti. Politik açıdan İngiltere kolonileşmede ve ticarette bilinen İspanyol üstünlüğüne karşı gelişen tehdit edici bir güç haline geliyordu.
Daha yeni İspanya, İspanyol Hollandasındaki ayaklanmaları bastırmaya çalışırken İngiltere ile uğraşmak zorunda kalmıştı. Ayrıca başta Sir Francis Drake olmak üzere İngiliz korsanlar oldukça rahatsızlık verici bir hale gelmişlerdi. Drake, Panama’daki önemli bir İspanyol kolonisini yağmalamakla kalmamış, başka İngiliz korsanlarla birlikte İspanyol hükümetinin bütçesinin büyük bir bölümünü oluşturan altın ve platini taşıyan filodaki birkaç gemiyi ele geçirmişlerdi.
İşgal planı basitti. Medina-Sidonia Dükü bir donanma kurmak için denizci toplayıp gemiler inşa ettirdi. Kırk savaş gemisi ve çok sayıda yemek ve su taşıyan nakliye gemisi yapıldı. Savaş gemileri yüksek kuleliydi ve düzinelerce kısa mesafeli ama güçlü topla donatılmıştı. Filonun asker mevcudu ise on dokuz bindi.
Bu büyük güç İspanyol Hollandasındaki savaşta İspanyol ordularının başındaki Parma Dükü yönetimindeki daha büyük bir orduyla buluşacaktı. Donanmanın esas amacı bu orduyu gemilere alıp sonra da İngiltere’ye çıkarma yapmaktı. Eğer bu başarılırsa İngiltere’nin fethi işten bile değildi.
İspanyol piyade birlikleri Avrupa’nın en iyi eğitilmiş ve etkili askeri gücüydü. Kılıç ve mızrak kullanımındaki becerileriyle tüm rakiplerini alt edebiliyorlardı. Sadece İsviçreli savaşçılar onlarla baş edebilirdi ve İngiltere ile İsviçre’nin müttefik olmaması büyük şanstı. Askerler kıyıya çıktıktan sonra İngiliz ordusunun fazla dayanamayacağı açıktı. Bu da İngiltere’nin hayatta kalabilmek için saldırıyı denizde, yani Manş Denizi’nde karşılaması gerektiği anlamına geliyordu.
İspanyol donanmasını karşılamak için İngilizler çok daha büyük bir donanma inşa ettiler. Güney Umanlarında aşağı yukarı yüz altmış gemi vardı. Ama bunlar İspanyol gemilerinden çok farklıydı. Daha küçük ve daha ince gövdeliydiler. İngiliz gemileri hız ve manevra kabiliyeti düşünülerek yapılmıştı.
İspanyol gemilerinde ise güç ve atış önemliydi. İngiliz gemilerindeki silahlar da farklıydı. İngiliz topları uzun namlulu ve İspanyol toplarından daha küçük kalibreliydi. Daha uzun olmaları top mermisini daha uzun mesafeye atabilmeleri anlamına geliyordu ama bu mermiler kısa menzilli İspanyol toplarının mermilerinin yarısı kadardı.
Yani İngilizler, İspanyolların menzili dışından onları vurabilecek ancak mermilerinin küçüklüğü nedeniyle kalın keresteden yapılmış İspanyol gemilerine fazla zarar veremeyeceklerdi. Küçük İngiliz gemileri zarar verebilecek kadar yakına geldiklerinde ise İspanyol toplarının menzili içine girmiş olacaklardı. Bir İngiliz gemisi İspanyol toplarından çıkan bir mermiyle bile batardı. Bu nedenle İngiltere’yi bu toplarla savunmak tartışılamazdı bile.
İspanyol gemilerine Kanal’dan geçerlerken yanaşıp çıkmak da bir seçenek değildi. Çünkü herhangi bir İspanyol gemisine yaklaşacak bir İngiliz gemisi hemen öteki İspanyol gemileri tarafından alt edilirdi. İspanyol gemileri birbirine çok yakın ilerliyorlardı. İngilizler İspanyolları saatlerce devamlı ancak etkisiz bir ateş altında tuttularsa da İngilizlerin Charles Howard tarafından kumanda edilen uzun menzilli atışları İspanyol donanmasının dizilişini bozamadı. Ayrıca büyüklükle ilgili bir sorun da vardı. İspanyol gemileri, İngiliz savaş gemilerinden daha yüksekti ve içlerinde savaşa hazır on dokuz bin asker vardı.
İngilizler İspanyol donanmasını Hollanda’ya doğru ilerleyip Parma’nın ordusuyla buluşmaktan alıkoyamadı. İspanya’nın kaybı çok küçüktü. Zaten o anda İngiliz donanmasını yenmeleri gerekmiyordu. Parma’nın ordusunu İngiltere’de karaya çıkarmak bir İspanyol zaferinin garantisi olacaktı. İşler yolunda gidiyordu ve Medina-Sidonia Dükü de bu planın başarılı olacağına inanıyordu. Ancak bu inanç donanma Hollanda’ya ulaştığında ve Parma’nın askerlerinin gemilere çıkmak için hazır olmadıklarını gördüğünde kayboldu. Zamanlama uymamıştı. Parma’nın kumanda ettiği binlerce askerin onları bekleyen gemilere binmesi birkaç gün alacaktı.
Yaklaşan sert havadan korkan İspanyol donanması Calais limanı yakınlarında kıyıya demirledi. Donanma yaklaşmaya cesaret edebilecek İngiliz gemilerini püskürtmeye hazır bir şekilde yerleşti. Bu gecikme İngilizlere dönemin klasik silahı olan ateş gemileri hazırlama fırsatı verdi.
Donanmanın demir atmasından bir gün sonra, 7 Ağustos 1588’de sekiz ateş gemisi İspanyol donanmasına süzülmek üzere yola çıktı. Ateş gemileri, ateşe verilmiş sıradan gemiler değildi. Gemilerin ahşabı ve yelken bezleri ne kadar kolay yanan maddeler olsa da, o dönemde İngilizlerin kullandığı ateş gemileri baştan aşağı zift, katran ve başka yanıcı maddelerden yapılıyordu. Ayrıca içinde bu maddelerden olan variller güvertede kırılarak bırakılıyor ve ateş yakıldıktan sonra gemilerin söndürülmesi imkansız hale geliyordu. Düşmanların ateş gemilerini çekmemeleri için de ateşler içindeki gemilere toplar yerleştiriliyordu. Gemiciler bu ateş gemilerinin mürettebatı arasında olmaktan tabii ki hoşlanmıyorlardı.
Ateş gemisiyle yapılan saldırıda yelkenleri geminin hedefe doğru gitmesi için rüzgara göre sabitlenirdi. Sonra mürettebat gemiyi ateşe verir ve küçük teknelerle gemiyi terk ederdi. Bazen rüzgar ateşi söndürse de şans bu kez İngilizlerden yanaydı.
Sekiz ateş gemisi sıkı sıkıya kilitlenmiş İspanyol donanmasına ulaştığında panik baş gösterdi. Ateşten sadece birkaç geminin zarar görmesine rağmen İngilizleri uzak tutan o disiplinli düzen bozuluverdi. Gemiler kanala gelişi güzel yayıldı ve birkaç küçük İngiliz savaş gemisi İspanyol gemilerini tek tek sardı. Böyle bir karışıklıkta hız ve manevra kabiliyeti yüksek İngiliz gemilerinin büyük avantajı vardı. Gece çöktüğünde bir düzineden fazla büyük savaş gemisi imha edilmiş ve İspanyol donanmasının gemileri geniş bir alana dağılmıştı.
Hala yüzden fazla İspanyol gemisi vardı ve bu gemilerin barut ve mermileri azalmış olsa da İngilizlere güçleri yeterdi. Bu arada İspanyollar bilmiyordu ama İngilizlerin barut ve mermileri kalmamıştı. Sonuç olarak İngilizler geri çekilmek zorunda kaldıklarında İspanyol donanmasının geri kalanı tekrar bir araya gelmeyi başardı.
Şimdi, bu hikayenin burada yer almasının nedenine gelelim. Medina-Sidonia Dükü bir denizci değildi ama gerçekten zorlu bir durumla karşılaşmıştı. Donanmanın gücü yerindeydi ancak barut ve cephane azlığı İngilizlerle tekrar karşılaşmalarını zorlaştırıyordu. O civardaki tek büyük limandan çıkarılmışlardı ve hava bozuyordu. Kayalık kıyılarıyla Manş Denizi fırtınadan saklanılacak bir yer değildi. Ayrıca artık Parma Dükünün ordusunu karaya çıkarma umudu kalmamıştı.
En iyi karar, açıkça görülüyor ki, İspanya’ya geri dönmek üzere yelken açmak olurdu. Kışın daha çok gemi inşa edebilir ve baharda tekrar deneyebilirlerdi. Ne yazık ki, İngiliz donanması hala kanalda İspanyolların biraz aşağısında bekliyordu. Onların da kaybı vardı ve Dük tüm cephanelerini bitirdiklerini bilmiyordu. Böylece yapılacak en iyi şeyin kuzeye yelken açıp İngiltere ve İrlanda’yı dolaşarak güvenli bir şekilde eve dönmek olduğuna karar verdi.
İspanyolların kararı bazı karışıklıklara yol açtı. Gemiler denizci ve asker doluydu. Kısa süre içinde yiyecek sıkıntısı başladı. Yelken açtıkları sular İspanyol kaptanlar için yabancıydı. Bilmedikleri balık sürülerine karşı kıyıdan uzak, açıkta seyretmek zorunda kalıyorlardı. Vahşi Kuzey Denizi sakin Akdeniz suları için yapılmış yüksek İspanyol gemileri için uygun bir yer değildi.
İberya’nın ılık havasına alışkın adamlar donarak ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı. Bu sorunların tümünün de Ötesinde, çıkan ve iki hafta süren fırtına İngiliz donanmasının yapamadığını başardı. İspanyol donanmasının gemilerinden yarısından fazlası kayalık İskoçya ve İrlanda kıyılarına sürüklendi. Gemilere bir şey olmadıysa da yüzlerce asker ve denizci öldü.
Donanmadan geri kalanlar İspanya’ya döndüğünde Avrupa’nın en büyük gücü olan İspanya’nın çöküşünün başladığı henüz daha fark edilmemişti. İngiltere artık gemilerinin ülkeyi İspanyol donanmasına karşı koruyabileceğini bilerek daha saldırgan ve kendinden emin hale gelecekti. II. Philip ise bir donanma kurmak için Yeni Dünya’dan, Amerika’dan çaldığı paraları çarçur edecekti.
İki yüzyıl sonra İngiltere, üzerinde güneş batmayan "Büyük Britanya İmparatorluğu" olurken İspanya ise Avrupa’da önemsiz bir devlet olacaktı.
Donanma güneye doğru ilerlese ve İngilizlerin ateşsiz kalmış gemileriyle karşılaşsa İngilizler pek bir şey yapamayacaklardı ve işgal tehdidi etkili olmaya devam edecekti. Ancak İspanyol Düküne kuzeye yelken açmak iyi bir fikir gibi gelmişti. Bu fiyasko tarihin akışını değiştirdi.
 
BİR İMPARATORLUK NASIL KAYBEDİLİR
Paralı Askerler ve Amerikan Devrimi 1776,Amerika
 
Sadece birkaç kişi bunun bir devrim olmasını istemişti. Lexington Green’deki karşılaşma kazaydı. Doksan küsur militan yeşil hatta, bir İngiliz birliğinin Boston dışına ilerlemesini protesto etmek amacıyla bir araya gelmişti. Bazı olayların büyüklüğü çok sonra anlaşılır ve ancak bittikten sonra bir devrim olduğu görülür.
Sadece birkaç kişi savaş istiyordu ve iki taraf da geri çekildiğinde Amerikalı Koloniciler bu ilk aylar boyunca ne için savaştıkları konusunda tartışmaya başladılar. Sam Adams gibi birkaç kişi çığlık çığlığa bağımsızlık istiyordu. Ancak sıradan vatandaşlar, o ve onun gibileri gözü kara radikaller olarak görüyordu.
Ben Franklin gibi ılımlılar geçmişlerine bir İngiliz gibi bakıp farklı şeyler görüyorlardı. Sadece doksan yıllık geçmişte kansız bir ihtilal olan 1688 Devrimi yaşanmıştı ve bu da devletlerin ancak halk tarafından desteklendiğinde var olabileceği fikrini kabul ettirdi. Birçok insan parlamentoda önemli sayıda milletvekilinin sömürgecilik karşıtı olduğuna inanıyordu. Savaşı, önceki yüzyılda hüküm süren krallığa karşı siyasal özgürlük sağlama çabası gibi görüyorlardı.
Böylece Amerikan Kıta Kongresi Washington’dan bir Amerikan Kıta Ordusu kurup Boston’daki İngiliz birliklerini kuşatmasını ve İngiltere’ye üzüntülerini bildiren bir mektup göndermesini istedi. Kısacası, çoğunluk sadece eskisi gibi birer İngiliz olmak istiyordu.
Sömürgecilik yanlılarına karşı parlamentoda sesler yükseldi. Bazıları "mesele temsil edilemedikleri halde vergi veriyor olmalarıysa krizi bastırmak için onlara parlamentoda birkaç sandalye vermekte sakınca olmadığını" söyleyecek kadar ileri gitti. Ancak Breed’s Hill’de verilen binden fazla kayıp görmezden gelinemeyecek kadar yüksekti.
Bir İngiliz komutanı aptalca bir karar verip muhafazakarların iyi korunan saflarına saldırmıştı ve tabii ki ağır bir yenilgiye uğramıştı. Bu saldırıda sözü geçen adamlardan birden fazlasının oğulları ölmüştü ve bu da meselenin hasır altı olmasını engelledi.
Olayın merkezinde kral vardı. Artık iki yüzyıllık bir geçmişe sahip olan Amerikan tarihi bu adamı kanlı bir köşeye yerleştirdi. Sonuçta, özgürlük için savaşılırken ve bu on binlerce yaşama mal olurken birileri de olanlardan sorumlu tutulur. III. George da bu talihsiz adamdı işte. Aslında George o kadar da kötü bir adam değildi.
Tabii ki hataları olmuştu. Biyokimyasal dengesizlik sonucu delirmişti ama bu, daha sonra başına gelen bir şeydi. 18. yüzyıldaki Hanover krallarının çoğu gibi öyle büyük bir zeka değildi. George’un ailesinin genleri zeka konusunda kaliteden uzaktı. Ama yine de kendini işini yapmaya adadı, bilim ve sanata destek verdi. Dahası, kendi çağdaşlarının tersine, iyi bir aile babasıydı.
Boston civarındaki savaşlarda verilen kayıpları öğrendiğinde şoka uğradı, üzüldü ve kızdı. George detaylara önem veren bir adamdı. Gelen raporlara uzun uzun bakar, onları okurdu. Kolonilerdeki durumu öğrenebileceği tek yol da bu raporlardı. Raporlar kraliyet yöneticilerinden, hükümetteki adamlardan ve ordudaki subaylardan geliyordu. Aslında bu, George’a bir uyarı olmalıydı, çünkü söz konusu makamların hepsi en çok parayı verene satılmıştı. Birileri krala Amerika’ya bir komite göndermesini ya da kendisinin gitmesini ve durumu yerinde incelemesini tavsiye etmiş olsaydı, bu kriz kolayca atlatılırdı.
Ortalıkta devam eden bir oyun daha vardı. George’un soyu aslında İngiliz değildi, yüzyılın başında bir dizi karışık olaydan ve alınan karardan sonra William ve Mary ölmüş, sonra İngilizler kendilerini kralsız kalmış bir şekilde bulmuşlardı. Kendi kraliyet ailelerinden gelen birine güvenememiş ve Alman eyaleti Hannover’in hanedanını davet etmişlerdi. Onlardan gelip yönetime geçmeleri istendi, çünkü başka biri üzerinde karar birliğine varamamışlardı.
George’un büyük babası Hannover’li ilk İngiliz kralıydı ve İngilizce bile bilmiyordu. Böylece 18. yüzyıl boyunca Almanlar İngiliz tahtında oturmuş oldu ve sarayda kraliyet ailesine pek sıcak bakılmadı. O sıralarda Fransa’da XVI. Louis istediği gibi at koşturuyordu, Prusya kralı Frederick ayaklanan silahlı köylülerin vurulmasını emretti. Rusya’da Katerina sürekli isyanlarla uğraşıp on binlerce kişiyi öldürtüyordu. Avusturya’nın başındaki kültür düzeyi yüksek Habsburglar bile parlamentoyla para konusunda anlaşamayacaklarını ya da asilerin lideriyle bir masada oturup karşılıklı çay içerek anlaşmaya çalışacaklarını hayal edemezlerdi.
Bu yüzden George’a yaptıkları iyi bir fikir gibi görünmüştü. Bunlar kraliyet sömürgeleriydi ve başlarında kralın tayin ettiği adamlar vardı. Tahtı, yıllar önce ortaya çıkmış karışık bir durumla kazanılmış bir kral asla güçsüz görünmemeliydi. Krallığı sırasında en zengin sömürgelerin kaybedildiğini söyleyemezdi. Ayrıca ihanette bulunanlarla açıkça uğraşıp güçsüz de görünemezdi. Artık sorun ilk hareketi kimin yapacağına gelmişti. George bir kral gibi düşünüyordu ve ilk saldıranın sömürgeciler olmasını bekliyordu.
Kıta Kongresi tarafından anlaşma için başlatılan girişimler duymazdan gelindi. Franklin ve öteki delegeler sarayın kapısının önünden bile geçemedi. Oysa ki Ben o sırada uluslararası üne sahip önemli bir adamdı. Saygıdeğer bir bilim insanı, yazar ve sosyal yorumcuydu. Windsor’dan gelen haber Boston’un dışında silahlı bir kalabalık beklerken hiçbir anlaşma yapılamayacağıydı.
Önce bu kalabalık dağılacaktı, bölgede İngiliz topraklarının güvenliği sağlanacaktı. Ancak bu şartlar yerine gelirse görüşmeler başlayabilirdi. İnsan gözünde rahatlıkla canlandırabiliyor: George’un dalkavukları bu fikri dinlerken onaylayarak başlarını sallıyor ve bunun tüm dünyaya ve parlamentoya kimin daha sıkı olduğunu göstereceğini düşünüyorlar.
Ama bu fikir pek işe yaramadı. Concord Road boyunca devam eden saldırılar ve özellikle Breed’s Hill’deki çatışmalar durumu daha da zorlaştırdı. Zor durumda kaldıklarında İngiliz birliklerinin gelip yardım edeceğinden şüphe duymaya başlayan sömürge liderleri artmıştı. Görüşmelerin yapılamamasıyla her şey daha hızlı ilerlemeye başlamıştı.
Boston’daki İngiliz güçlerinin savaşı dışarı taşmıştı. Washington, Henry Cox adındaki bir kitapçıyı Ticondaroga kalesinden ağır silahları alıp Massachusetts’e götürmesi için görevlendirdi. Bu ağır silahlar Kolonicilerin İngilizleri şehir dışına sürmeleri için kullanılacaktı.
Gönderdiği sert mesajın işe yarayacağını sanan George gördüğü tepki karşısında şoka uğramıştı. Ordusuna ihtiyacı olacağını hiç düşünmemişti ve Kolonicilerin tepkisi durumunu kötüleştirdi. İç Savaş’tan bu yana hem Britanya’daki, hem de Amerika’daki İngilizlerde yersiz olmayan bir asker korkusu vardı. Yeni birliklere gerek vardı ancak İngiltere’de kalan az bir güç dışında tüm ordu deniz aşırı yerlerdeydi. Buralarda politik bir tehdit yoktu.
Koloniciler geri çekilmeyi reddettiğinde George’un askeri danışmanları isyanı durdurmak için en az elli bin asker gerekeceğini söylediler. Bu aptalca bir askeri tahmindi. İngiltere’den yola çıkacak en az on beş-yirmi birlik anlamına gelirdi. Bu tür bir hareket zaten, ne yapılacağı konusunda görüş ayrılığında olan Parlamentonun onayını gerektirirdi. Ayrıca on binlerce genci askere almak demekti. Bir de, bu askerler vahşi topraklar denebilecek Amerika’ya gitmek isteyecekler miydi, bakalım?
İngiltere’ye bir fatura çıkartmadan nereden adam bulunabilirdi? Tabii ki Almanya! George’un Almanya’daki kuzenleriyle çok sıkı bağları vardı. Bu, Almanya’nın birleşmesinden çok önceydi ve Prusya ve Bavyera dışındaki bölgelerin büyük kısmı düzinelerce küçük krallığa bölünmüştü. Ve bu krallıkların birkaç birlikten oluşan orduları mutlaka bulunurdu. Bu küçük ordular Prusyalı Frederick’in modelini uyguluyordu. İyi eğitimli, yüksek disiplinli ancak küçük krallıklar için pahalıya mal olan ordulardı. George’un kafasındaki çözüm basitti. Alman ordularını kiralamak.
Harika bir çözüm! İngiltere’de yeni ordular oluşturma derdi olmayacaktı, bu birlikler zaten iyi eğitimliydi ve Kolonicilere ciddi olduğunu gösterecekti. Alman prensler için de bu kusursuz bir fikirdi. Sadece ordularının masrafları karşılanmakla kalmayacak, üzerine para bile kalacaktı. Sağ kalıp geri dönenler ise savaş tecrübesine sahip yüksek deneyimli askerler olacaktı. Bu, bir nesil önceki Yedi Yıl Savaşları’ndan beri mümkün olmayan karlı bir işti.
Anlaşma yapıldı ve yirmi binden fazla Alman askeri hazırlandı. Askerleri deniz aşırı bir seyahate hazırlamak, giydirmek, gerekli lojistik desteği toparlamak aylar sürecekti. O zamana kadar yapılmış en büyük okyanus aşırı seyahat olacaktı.
1776 baharının başlarında kolonilerde bir haber duyuldu. Kral anlaşma için görüşmeleri reddetmiş ve aralarında yabancı paralı askerler de olan büyük bir orduyu Amerika’ya gönderiyordu. Kral aile içi kavgaya yabancıları karıştırmaya nasıl cesaret edebilirdi? Koloniciler hala kendilerini İngiliz gibi görüyordu.
Aslında büyük çoğunluk sadık birer İngilizdi. Ama işe bakın ki, Kral İngilizleri bastırmak ve haksız kanunları kabul ettirmek için yabancı askerler gönderiyordu. Haziran 1775 ve Temmuz 1776 arasında alman birçok karar olmuştu, ancak bu seferki, Krala yakın olan ve barışçı bir çözümü tercih eden ılımlıları bile çileden çıkarttı ve olaylar tam bir isyana dönüştü. Oturup olayları izleyen Amerikalılar da radikalleşip ellerine silahlarını almıştı. İlk başlarda Krala son derece sadık olanlar bile taraf değiştirmişti. Hangi kral kendi halkını öldürmek için yabancıları üzerine salardı?
Beklenen Almanlar sonraki ay New York’ta karaya çıktı. Hesseliler denilen yirmi bin askerden ilk gelenler bunlardı. Alman askerler Hesse eyaletinden geldikleri için bu adı almışlardı. 1778’de Fransa Amerikalıların tarafındaydı. Fransız ve Alman birlikleri zaman zaman çatışmıştı. Alman birlikleri için savaşmak bir işti ve sivil halkla karşılaştıklarında sıkı bir disiplin içerisinde davranıyorlardı. Ama yine de varlıkları isyancıları ateşlemeye yetiyordu.
Özgürlük Bildirgesi dikkatle okunduğunda Krala karşı sitemlerden birinin yabancı paralı askerleri kullanması olduğu görülür. Bu askerlerin yarısından azı Almanya’ya geri dönebilecekti. Binlercesi hastalıktan, savaşta ya da hapishanelerde ölecekti. Bazıları da isyancılara katılacaktı. Sonuçta askeri açıdan hiçbir fark yoktu. Politik açıdan bakıldığında ise George’un dahiyane fikrinin Amerikan ulusunun doğuşunda ne kadar etkili olduğu görülebilir.
 
SAVAŞ KAĞIT ÜZERİNDE KAZANILMAZ
Howe ve 1777 Saldırısı 1777,ABD
 
Amerikan ordusuna karşı başlatılan kampanya, birinci yılın sonunda İngiltere açısından başarılı olmuş gibi görünüyordu. İngiliz Koloniler Devleti Sekreteri Lort George Germain bir mevsim sonra her şeyin tamamen hallolacağına inanıyordu. Koloni haritalarını ve Amerika’daki kuvvetlerin kumandanı Lort William Howe’un raporlarını iyice inceliyordu.
O sıralarda New England isyan açısından bakıldığında kaynayan bir kazan gibiydi. Ama Atlantik bölgesinin ortasında, özellikle New York ve New Jersey’de Krala sadık olanlara verilen destek artıyordu. 1776 kışında Washington’daki karışıklık Ne w Jersey’e ulaştığında hiçbir destek görülmedi. Germain, New England öteki kolonilerden ayrılır ve izole edilirse Amerikan kolonilerinin isyanı zayıflar ve biter diye düşünüyordu.
Haritalara bakarken olayın açık ve doğrudan bitirilebileceğini gördü. General Burgoyne, Saint Lawrence nehri vadisinin dışında, Kanada’nın Krala sadık olan bölümünde savaşıyordu. Yukarı New York’ta yazın başıboş bir kalabalık olan orduyu mağlup etmiş ama sonra kışla birlikte, hava şartları yüzünden kuzeye, Kanada’ya çekilmek zorunda kalmıştı. Yirmi bin adamıyla Howe kışın New York şehrinin güneyinde öylece oturuyordu. Washington’ın orduları ise New Jersey’nin batısındaki ormanda donuyordu.
Germain tüm gerekenin bir bağlantı olduğunu düşünüyordu. Burgoyne baharda karlardan kurtulduğunda, kuzeyden gelip Champlain ve George göllerinin oluşturduğu geniş alanda ilerleyecekti. George gölünün güney ucundan ise Albany sadece 128 km. uzaklıktaydı. Bir ordu bu mesafeyi yavaş yavaş gitse bir haftada alırdı. Bu şartlar Howe’un ordusu için de geçerliydi, Howe’un kardeşi orduya eşlik eden filoyu yönetmekle görevliydi. Hudson ise Albany’ye uzanan, üzerinde gemilerin gidebildiği bir nehirdi. Gemiler kuzeye doğru bir hafta ilerledikten sonra iki ordu birleşebilirdi.
Orduyu daha da güçlendirmek için küçük bir üçüncü ordu da batıdan, Mohawk’dan onlara katılacaktı. Tabii ki biraz direniş olacaktı ama alıştırma yapmak da gerekliydi. Washington, Howe’un ilerlemesini durdurmak için saklandığı yerden çıkacak ve yetersiz bir asker olan St. Clair’in yönetiminde, kuzeyde bekleyen can sıkıcı kalabalık da Burgoyne’un önünü kesmeye çalışacaktı. İki büyük İngiliz ordusu bu direnişi ezip geçecek ve Howe’un filosu da destek verecekti. Kuzeydeki ve ortadaki koloni ordusu imha edilecek, New England’ın öteki eyaletlerle ilişkisi kesilecek ve gösteri zavallı isyancıların teslim olmalarıyla bitecekti.
Germain’in planları tam bir zafere adaydı. Şık haritalarla, çizimlerle belirlenmiş bu plan Krala sunulmuştu ve danışmanlar kafalarını sallayarak kabul etmişti.
Amerika’da hizmet veren o zamanın gözlemcileri, (daha sonra kayıt tutarak tarihçi olmuşlardır) İngiliz koloni yönetiminin en büyük hatalarından birinin Amerika’daki şartlar konusunda hemen hiç bilgilerinin bulunmaması olduğunu söyler. İş haritaya bakmakla olsaydı, haritaya bakıp İngiltere’yi alabilir, onu bir koloni haline getirebilirdiniz, bu çok kolay olurdu.
Bu adamlar haritaya bakıp bir yol gördüklerinde bunu Londra ve Portsmouth arasındaki otoyol gibi bir şey sandılar. Ama o yol sandıkları aslında çamur birikintileriydi. Ayrıca unuttukları bir şey daha vardı. Kolonicilerin askerleri hep balta taşırlardı ve geri çekilirken binlerce ağaç devirirlerdi.
Sonrası basit bir koordinasyon meselesiydi. 1777’de Amerika’da yarım düzine ordu vardı. Kanada’daki, New York eyaletindeki, New York şehrindeki güçler; güneydeki Krala sadık birlikler, New York şehrinde bir filo ve kıyılar ve Karayipler’de dolanan filo ve askerler. Bunların hiçbiri yerel olarak yönetilmiyordu. Her emir, her malzeme, her satın alma talimatı, emir değişikliği, önemli birlik hareketleri ve takviye isteği Atlantik’in öte tarafından Lort Germain’den geliyordu. En iyi durumda bile bir emir iki ayda yerine gelebiliyordu.
Bu yüzden Germain bu üç aşamalı harekatın emrini verdi ve Albany yakınlarında Kolonicilerin ordusunun imha edildiği haberini beklemeye koyuldu. Ve büyük bir hata yapmış oldu.
Planlar kesinleştiğinde Lort Howe kesin olmayan bir yetkiyle ve çok genel bir planla kalakaldığını fark etti. Bu harekatı Germain’den detaylı tek bir emir almadan nasıl yönetecekti? Bu sorunun nedeni, Hovve’un bir beyefendi olması ve bir beyefendiye sert emirler verilememesi ya da bir katibin emirleri ayrıntısıyla yazmamış olmasıydı. Nedeni ne olursa olsun, kurye gemisi denizde haftalarca yol kat edip Howe’a emirleri ulaştırdığında New York’daki komutan Washington’u yenme konusunda son sözün kendine bırakıldığını öğrendi.
Bu arada kuzeyde, Burgoyne emirleri almış ve Ne w York’un kuzeyine doğru ilerlemeye başlamıştı. İlerlemeleri çok zor oluyordu çünkü geri çekilen Koloniciler yolları kesilmiş ağaçlarla doldurmuştu. Acilen gerekli malzemeyi almak için Bennington’a giden birlik Koloniciler tarafından durdurulmuş ve imha edilmişti.
Ağustos ortasına gelindiğinde Burgoyne’un başı dertteydi. Tekrar Kanada’ya geri çekilmek için ise çok fazla ilerlemişti. Bu açmaz içinde ne yapacağını düşünürken sonunda Lort Howe’dan bir mektup ulaştı. Bu, basit bir nottu: "İyi şanslar Johnnie. Ben Philadelphia’ya doğru yola çıktım." Lort Howe güneye dönmeye karar vermişti.
Howe, Washington’ı bir çatışmaya sürüklemek istiyordu ancak İngilizler ilerledikçe Washington Batı New Jersey’nin vahşi topraklarına çekiliyordu. Howe ise Burgoyne gibi Kolonicileri ormanın içinde kovalamaya yanaşmıyordu. Washington neden centilmenlik kurallarına göre oynamıyordu sanki? Howe, Germain’in önerdiği gibi kuzeye çıkıp Burgoyne ile birleşmeye karar verdi ancak Washington’ın karşılarına çıkacağının garantisi yoktu. Dahası Hudson nehrinin daraldığı yerlerde, West Point civarında zorlu engeller vardı. Ayrıca onlar Albany’ye doğru ilerlerken Washington İngilizlerin üslendiği New York’u ele geçirebilirdi.
İsyancılar Philadelphia’yı başkent ilan ettiler. Bunun üzerine Howe, bu şehri almanın Washington’un savaşmasını sağlayacağını düşündü. Bu savaş da deneyimli İngiliz birliklerinin zaferiyle sonuçlanacaktı. Howe’un ilk hareketi ordusunun tümünü kardeşinin filosuyla Delaware nehrine çıkarmak oldu. Kafasındaki plan güneye Chesapeake’e inip, Bay’den yukarı çıkıp, Head of Elk’de (bugünkü Elkton) karaya çıkmaktı.
Personel ve kardeşi buna karşı seslerini yükseltmişti ama Howe onları susturdu. Burgoyne’la ilgili bir sorun olmadığını düşünüyordu. Kendi ordusuna bir şey olursa, kardeşi gemilerle geri dönüp ihtiyaç olursa birkaç bin adam alıp gelebilirdi. Bu arada Washington, Philadelphia için savaşacak, yenilecek ve şehir teslim olacaktı. Kongre de kapanacaktı. Başkentini kaybeden Washington da vazgeçecekti.
Böylece temmuz sonunda Howe askeri gücünün tümüyle güneye ilerledi. General Clinton yönetiminde yedi bin askeri ve küçük bir filoyu New York’daki garnizonda bıraktı. Burada büyük bir sorun vardı. Germain’e bunları hiç bildirmemişti, planları konusunda "Beyefendi Johnnie" vahşi topraklara çıkamayacak şekilde girene kadar da Burgoyne’a danışmamıştı.
Howe, Chesapeake’e doğru ilerlemeyi sürdürdü ve Washington sonunda Brandywine’da 11 Eylül 1777’de çatışmaya girdi. Beklendiği gibi yenildi ancak teslim olmadı.
Brandywine’daki savaştan iki gün sonra, 320 kilometre boyunca, Burgoyne umutsuzca kuzeyde Saratoga, New York’da Hudson nehrini geçmeye çalıştı. Niyeti Albany’ye ilerlemekti. Orada yeterli malzeme bulacağını ve yaklaşan kış boyunca sığınabileceğini umuyordu. Doğruca koloni ordusunun içine daldı. Yollar kesilmiş ve kuzeyden yardım ulaşması imkansız hale gelmişti. Tek umudu, habercilerin gizlice koloni ordusunu aşıp Howe’a imdat mesajını ulaştırabilmesiydi. Burgoyne zor durumdaydı ve son şansını kullanıyordu.
New York’da ise garnizonun başında bırakılan General Clinton kuzeye doğru bir çıkış yapmayı denedi. Clinton, West Point’teki savunma hatlarını imha etti ve kuzeye Esopus’a (bugünkü Kingston, New York) kadar çıktı. 3 Ekîm’de şehri ateşe verdikten sonra tekrar New York’a döndü. Burgoyne’u tuzaktan kurtaracak bir iş becerdiğine emindi ama yaptıkları işe yaramamıştı. Clinton’ın baskım koloni ordusunu aşıp Burgoyne’e ulaşmıştı. Ancak köşeye sıkışmış ve çaresiz Burgoyne yaklaşan kışın da etkisiyle 17 Ekim 1777’de teslim oldu.
Başlangıcından sonuna kadar 1777 yılı kötü işleyen iyi fikirlerin yılı oldu. Germain’in planı, Burgoyne’un ormana ilerleyişi, Howe’un Philadelphia’yı almaya çalışması, hatta Clinton’ın tuhaf baskını o zaman harika stratejiler gibi görünmüştü. Ancak savaşın paradigmasının değiştiği gerçeğini hesaba katmadılar. Artık bu aydınlanma dönemi savaşı değildi. Prens ve prenseslerin oynadığı oyunlara benzemiyordu. Sınırlı hedefler, sömürge hırsı ve paralı askerler yoktu. Bu, artık devrim çağının savaşıydı. Yeni bir çağda, yeni bir savaş ideolojisi ortaya çıkmıştı. Eski kurallar geçerliğini yitirmişti.
Burgoyne’un teslim olmasından bir ay sonra Paris’e İngilizlerin en sıkı ordularından birinin bir grup çapulcu tarafından yenilgiye uğratıldığı haberi ulaştı. Philadelphia gerçekten düşmüştü ama kolaylıkla geri alınabilecek bir şehirdi. Washington hala orada bir yerlerdeydi ve bir İngiliz ordusu yenilgiye uğratılabiliyorsa, öteki ordular da yenilebilirdi. Fransızlar bu yeni devleti tanımaya hazırlanıyorlardı. Savaşın yönü değişmişti. Germain’in planı ve Howe’un yaptıkları bir imparatorluğun kaybına yol açmıştı.
 
FRANSA BERABERLİK GOLÜNÜ ATAR
Neye Mal Olursa Olsun İntikam Almak 1780, Amerika
 
Savaş beklenmedik tarafların yakınlaşmasına neden oluyor. Amerikan devriminde de buna benzer bir durum yaşanmıştı. Fransa’nın savaşa girmesinin nedeni İngiltere’yle aralarında yüzyıllardır devam eden anlaşmazlıktı. Tarihin cilvesi; ABD’yi yaratan Fransa, İngiltere’den intikam almak istiyordu.
Bazı tarihçiler bizi Fransız devriminin Amerikan devrimini bir kardeş gibi görüp yardım elini uzattığına inandırmaya çalışır. Ancak Fransa’nın Amerika’daki kolonilerin devrimlerini desteklemesinin eşitlik ve özgürlük gibi ideallerle ilgisi yoktu. Yönetimdeki genç sınıf ki bunlara ünlü Lafayatte Markisi de dahildi, Voltaire hayranıydı ve radikal hareketlere sahip çıkmak onlara uygun düşüyordu. Fransızların Amerikan devrimini desteklemelerinin en büyük nedeni İngilizlerden intikam almaktı.
Amerikan devriminin başlamasından sadece on iki yıl önce, Fransa on üç koloninin baş düşmanı olarak görülüyordu. Amerika kıtası Fransız ve Kızılderili savaşlarını görmüştü ve on binlerce insan ölmüştü. 1763 anlaşmasıyla Fransa Kuzey Amerika’dan uzaklaştırılmış olsa da acı anılar birkaç nesil daha kafaları meşgul edecekti.
Fransızlar, İngilizlere karşı kaybettiklerinde zararları kolonicilerin kaybından çok daha acı vericiydi. Koloniciler belki çiftliklerini, ailelerini kaybettiler ama Fransızlar bir imparatorluk kaybetti. İlk başta tam bir zafer mümkün gibi gözüküyordu, ama sonunda Quebec, Ohio ve Missisipi Vadisi kaybedilmişti. Artık on binlerce Kanadalı ve Fransız sadece birer mülteciydi. Savaşta donanmalar, ordular yok olmuş, bir ulusun gururu incinmişti. Bu arada nefret edilen Anglo¬Sakson İmparatorluğu sınırlarının dışına yayılıp zenginleşmeye devam ediyordu.
Böylece 1775’de kolonilerde isyan çıktığı haberleri memnuniyetle karşılandı. Son savaşların bitmesi ve isyan çıkması arasında geçen zamanda İngilizler garnizon, bina inşası, yönetim birimlerinin gelirlerinin karşılanması, son savaştan kalan borçların ödenmesi için milyonlar harcamıştı. Bunun tam tersine, Fransa ise deniz aşırı tüm giderlerinden kurtulmuş ve zenginleşmişti. Denizaşırı sömürgelere para harcamadığında Fransa’nın ekonomik açıdan bu kadar gelişebileceği kimsenin aklına gelmemişti. 18. yüzyılın ortalarındaki ekonomik teori tamamen kolonilerden sağlanan hammaddenin getireceği para üzerine kurulmuştu.
İngiliz kolonilerindeki isyanın neler getirebileceğinin gerçekten de kimse farkında değildi. Saraya yakın Fransız entelektüel ve düşünürlerinde birden Amerikandaki isyana yoğun bir destek verme eğilimi baş gösterdi.
Aslında bunların hepsi tarihin en büyük politikacı, entelektüel ve propaganda uzmanlarından biri olan Benjamin Franklin’in başının altından çıkıyordu.
1776’da isyan hükümetinin bir temsilcisi olarak Fransız sarayına giden Benjamin Franklin hemen işe koyuldu. Fransızlar tarafından resmi olarak tanınmamış bir hükümetin temsilcisi olduğu için resmi bir şekilde sarayda takdim edilemezdi ama o zaten tam bir saray adamıydı. Davetlere sansasyon yaratacak kıyafetlerle katılır, armonikasıyla konserler verirdi. Kadınları kendisiyle birlikte çıplak "hava banyosu” yapmaya ikna ederdi. Yetmişlerinde olmasına rağmen Franklin’le bir gece geçirmek için kadınlar sırada beklemek zorundaydılar. Paris sosyetesinde Franklin’in ne kadar çekici bir adam olduğundan başka bir şey konuşulmuyordu.
Bu arada her fırsatta Amerika konusunu gündeme getiriyordu. Entelektüellerle yaptığı sohbetlerde insanlığın girdiği yeni dönemden bahsedip Voltaire, Rousseau ve Aydınlanma’dan övgüyle bahsediyordu. Ekonomistlere doğal kaynaklar açısından zengin olan yeni dünya kolonilerinde sınırsız ve sorunsuz ticaret yapma hakkını, milliyetçilere ise intikam fikrini sunuyordu. "Artık aynı savaşın içindeyiz" diyordu. İki taraf da İngiliz emperyalizmine karşıydı. Açıkça söylenmese de Kanada’yı ve Mississippi Vadisi’nin zenginliklerini tekrar kazanma şansı da olabilirdi.
Franklin, Fransızlara düşünecek çok şey vermişti. Bu arada isyanla ilgili başka tartışmalar da başlamıştı. Sadece bir intikam şansı değil, imparatorluğun yenilenme şansı da vardı. İngiltere’den kurtulur kurtulmaz bu on üç koloninin içlerindeki anlaşmazlıklara boğulacağına inanıyorlardı. Karışıklık sırasında birkaç koloninin kontrolünü ellerine geçirmeleri çok kolay olurdu. İmkanlar sınırsızdı.
Franklin’in başarılı pazarlaması ve Fransızları bu işe sürükleyecek bol miktarda neden olması Amerikan isyanının karlı bir iş olabileceği fikrini güçlendiriyordu. Yükselen ihtiyatlı sesler asi Amerikan ordusunun New York’un kuzeyinde bir İngiliz ordusunu tutsak ettiği duyulduğunda sona erdi. Bu topraklarda bir nesil önce Fransızlar ve İngilizler çarpışmıştı.
Fransa, asi Amerikan hükümetiyle bir anlaşma yaptı ve parasal destek olmaya söz verdi. Amerikan devrimini kurtarabilecek bir zamanlamayla, 1778’in Şubat ayında önemli miktarlarda malzeme, üniforma ve silah İngilizlerin barikatını aşıp Forge Vadisine ulaştı. Bu destek Amerikalılara büyük bir moral verdi. Birkaç ay sonra da Fransa ve İngiltere arasında resmi savaş ilan edildi.
1780’de sanki büyük bir Fransız keşif gücü Amerikan bölgesinde ilerliyordu. Başlarında da Fransız subaylar vardı. Fransızların sağladığı on binlerce tüfek, süngü ve üniformayı üzerlerinde taşıyan Amerikan askerleriydi aslında. Yaşlı Fransız savaş gemileri de Amerikalılara verilmişti. Bu arada Fransız donanması da Hint Okyanusu ve Karayipler’de harekete geçmişti.
Sonuç olarak İngilizler Yorktown’da teslim olduktan sonra savaş iki yıl daha sürdü. Çatışmalar ise Kuzey Amerika’dan Karayiplere, Manş Denizi’ne, Cebelitarık’a, Güney Afrika’ya ve Hint Okyanusu’na kaydı. İspanya ve Hollanda da intikam duygularının peşinde savaşa girdi. Avrupalıların ilgisi Cebelitarık’ı İngilizlerin elinden almaya yoğunlaştığından savaşın başladığı yer olan Amerikan kolonileri önemini kaybetti.
Fransa ise az kalsın amacına ulaşıyordu. Ancak savaşın son yılında her şeyi berbat ettiler. Karayipler’de ve Hint Okyanusunda Fransız filolarının yenilgiye uğraması Fransa’nın planlarını suya düşürdü. Cebelitarık’ı almak için kurulan Fransız-İspanyol ittifakı ise başarısız oldu. Fransızlara kalan büyük miktarlarda borçtu.
ABD’de on binden fazla askerin masrafları, bir o kadar Amerikan askerinin donatılması, askeri harekatlar, donanmanın girdiği savaşlar, yeni gemilerin inşası ve İngiltere’yle savaş halinde olunmasından dolayı Fransız tüccarlarının iş yapamaması Fransa’yı mali zorluğa sokmakla kalmadı, tam bir iflasın eşiğine getirdi. Yıllardır süren çabalar sonuçta hiçbir kar getirmemişti.
Artık beladan kurtulmak isteyen Fransa, Ocak 1783’te İngilizlerle anlaşma imzaladı. Şu kabul edilmeli ki, İngilizler Fransızları Amerika’ya ihanet etmeye zorladı, ancak Fransa ABD’nin tanınması ve İngiliz kuvvetlerinin çekilmesinde ısrar etti.
Bu durumda Fransa gerçekten de bir intikam almış oldu. Ama ödenen bedele gerçekten değer miydi? XVI. Louis bu kararla sonunu hazırlamıştı. Savaşın yarattığı borçların altından kalkmaya uğraşan Louis 1789’da vergi reformu yapmak için bir toplantı düzenlemek istedi. Ancak toplantı yerine devrim yapıldı.
Devrim hareketini Lafayette Markisi başlatmıştı. Louis yardım istediğinde ise Amerikan hükümeti, "Biz yabancı devletlerin işlerine karışmasak daha iyi olur" dedi. Louis, Amerika’ya yardım yüzünden girilen borçlar sonucu kellesini kaybetti. Devrim ise tüm Fransa’yı bir kaosa sürükledi.O zamanlar Fransa için ABD’ye yardım etmek karlı görünmüştü. Ancak işler yolunda gitmedi. Belki de Fransız garsonların Amerikalı turistlere kötü davranmasının nedeni Amerika’nın yardım etmemesinin cezasıdır.
 
KÖTÜ DAVRANSAN DA SORUN, İYİ DAVRANSAN DA
Gemide İsyan 1789 Tahiti’nin Dışında
 
Popüler kültür William Bligh’ı mürettebatına işkence eden, gaddar ve sadist bir kaptan olarak gösterir. Komuta ettiği ikinci geminin mürettebatının da isyan etmesi, New South Wales kolonisinin başındayken de bir isyan çıkması, kaptanla ilgili bu inancı daha da güçlendirmiştir. Kaptan Cook’un keşif gezilerine olan katkıları, Bounty’yle yaptığı 3.600 millik seyahat ve Fiji adalarının keşfi gibi başarıları da göz ardı edilir.
Kaptan William Bligh, Bounty’nin İngiltere’den Tahiti’ye yaptığı yolculukla sonsuza dek hatırlanacaktır. Bu yolculuğun amacı, kolonilerdeki köle sahiplerine zenci kölelerin yemeleri için ucuz ve besleyici ekmek yapmakta kullanılmak üzere bitki tohumları götürmekti. Sağlık koşullarının kötülüğü, ağır disiplin ve mantıksız çalışma saatleri mürettebatın Fletcher Christian liderliğinde ayaklanmasına neden olmuştur. Eğer hakkında söylenenlere inanılırsa Bligh için hak ettiğini bulmuş da denilebilir.
Gerçeklere daha yakından bakılacak olursa, bunun pek de doğru olmadığı görülecektir.
Majestelerinin gemilerinde yaşam 18. yüzyılda çocuk oyuncağı değildir. Yeterli gıda olmaması normal, hastalıklar yaygındı. Sıkı disiplin her gemide vardı ve cezaların sertliği üç aşamalıydı: Bir düzine kırbaç, elli kırbaç ve iki yüz kırbaç. Üçüncüsü ölümcül bir cezaydı. Gemide kadın olmaması, tehlikeli sular, acemi denizciler işi zorlaştırıyordu. Bu şartlarda tabii ki sert disiplin kuralları uygulanacaktı.
Bounty’nin yolculuğu aslında sıra dışıydı, çünkü hemen hiç ciddi bir sorun görünmüyordu. Kayıtlara göre tek bir hastalık vakası bile görülmemişti. Kabul edilmeli ki, Bligh zamanının en iyi kaptanlarından biriydi. Denizdeki koşullar ne olursa olsun, mürettebatını hayatta tutabilecek yeteneğe sahipti. Kırbaçlama olaylarına gelince, o zamanlar bu yöntem hemen hemen her gemide kullanılırdı. Kayıtlara göre Tahiti’den ayrılana dek gemide bir sorun görülmemişti.
Bligh böyle bir yolculuğun normal yolculuklardan daha stresli olduğunu biliyordu. Kaptan Cook ile çıktığı seferlerden deneyimliydi. Bu zorlu seferde ise tayfalarının pek üzerine gitmemeye karar verdi. Ancak güvenlik ve görevin başarılmasının tehlikeye girdiği durumlarda sertleşebilirdi. Bligh bir kaptan ve mürettebatı arasındaki sosyal uzaklığı da aşmıştı. Gemi yönetiminde olmayan mürettebat da zaman zaman kaptanla yemeğe davet edilirdi. Gemi mürettebatında bir muhasebeci olmadığından kaptan bu işi de yapardı ve istediklerine fazladan para verirdi. Nihayet geminin Tahiti’de geçirdiği beş ay sona ermişti. Beş ay bir gemi için uzun bir süreydi ancak Bligh mürettebatın sakinleşebilmesi için süreyi uzun tutmuştu.
Bu faktörlerin tümü bir araya geldiğinde Bligh’in gemi yönetimi işini çok gevşek tuttuğunu söylemek bile mümkün. Kaptanın bu yumuşaklığı, her zaman sert muamele görmeye alışık ve bu beklenti içinde olan gemicilerin ona karşı saygısının azalmasına neden oldu. Böyle bir adamın kaptanlık görevlerini yerine getirip getirmeyeceğinden bile şüphe duyulmaya başlandı. Tahiti’ye kadar mürettebat çok iyi bir iş çıkarmıştı. Tahiti’de ise sanki cennetteydiler.
Yolculuğun devam eden ayağında mürettebat, kolay bir yolculuk ve uzun bir tatilden sonra fazla rahatlamıştı. Taşıdıkları yük yüzünden kendilerine kalacak yer azalmış olan gemiciler, biraz da şımarıklık nedeniyle isyan etti. Liderler, daha önce kırbaçlananlarla kaptana ve gemiye borçlanmış olanlardı.
Bligh’ın iyi bir adam olması ve adamlarını gözetmesi geri tepti ve ayaklanmaya neden oldu. Daha sonra resmi bir araştırma yapıldı ve Bligh’ın ayaklanmada hiçbir suçu olmadığına karar verildi. Ancak adamlarını aşağılayıcı sözler ettiği kabul edildi.
Bligh adamlarını gözetmeyip alıştıkları gibi davransaydı, gemisinin kontrolünü kaybetmez ve görevi başarıyla tamamlardı.
 
İNGİLTERE İYİ SIYIRDI
Fulton ve Napolyon 1800, Fransa
 
Fransa, Amerikan devrimi sırasında Birleşik Devletlerin tek müttefikiydi. Fransızlar kendi devrimini yaparken ise iyi niyetlerini bildirdiler. Napolyon bariz bir diktatör haline gelmeden önce, Birleşik Devletler yeni rejimi tanıyan birkaç devletten biriydi. Bu Lousiana’nın satın alınmasını getirdi ve 1812 Savaşı’na yardım etmek isteyen Amerikalıların Fransa’ya akışına yol açtı.
Napolyon artık Fransa’nın lideri olmuştu. Napolyon uyanık bir adamdı. Bugün bile hala kullandığımız birçok şeyi o yaratmıştır. Mesela teneke konserve kutuları ordunun yiyeceklerini saklamak üzere en iyi icadın arandığı bir yarışma sonucu ortaya çıkmıştır. Ama öyle bir icat var ki, reddetmeseydi her şey farklı olabilir ve İngilizler onu yakalamadan hüküm sürebilirdi.
Robert Fulton adındaki bir Amerikalı, Fransız ve Amerikan devrimlerinin ideallerini gerçekleştirmesi için Napolyon’a yardımcı olabilecek fikirlerle doluydu. Genç mucit bir denizaltı tasarlamış ve bunu deneme fırsatı da bulmuştu. Bu makine üç kişilik mürettebatıyla suyun yaklaşık 10 metre altında gidebiliyordu. Yelkenler ve direklerle normal bir gemi gibi düşman gemisine yaklaşıp, birden kaybolan bu gemi su altından düşman gemisine bir torpido fırlatabiliyordu.
1800’de Robert Fulton, Paris’e gitti ve sonunda Napolyon’un dikkatini çekmeyi başardı. Bu zor bir işti çünkü Birinci Konsül hem orduyu, hem de Fransız hükümetini yönetiyordu. Fulton prototip bir denizaltı hazırlayacak kadar çok para harcamıştı. Napolyon’a bunu Rouen limanında gösterme şansı buldu.
General bundan pek etkilenmedi. O zamanlar Fransa’nın İngiltere kadar büyük bir filosu ve daha da fazla gemiye sahip olabilecek gücü vardı. Ulusunun paralarını yeni bir icada harcamak için mantıklı bir neden bulamıyordu. Zaten donanma da askeri güçler arasında ikinci derece öneme sahipti.
Napolyon’un icadını reddetmesi Fulton’ı sadece o an için hayal kırıklığına uğrattı. Başka bir fikri daha vardı. Robert Livingston’un maddi ve manevi desteğiyle 1802’de Seine nehrinde saatte 3 mil hızla giden buharlı bir gemi yapmayı başardı. Bu düşük bir hızdı çünkü yelkenliler iyi bir rüzgarda saatte 7¬10 mil arası bir hızla gidebiliyordu. Nehir üzerinde giden herhangi bir geminin ise rüzgara karşı sürekli ilerlemesi gerekebileceğinden yavaşlaması doğaldı. Ama önemli bir ayrıntı vardı ki, Fulton’ın gemisi rüzgardan etkilenmiyor ve yönünü kaybetmeden ilerleyebiliyordu.
O sırada Napolyon, pek göremediği barış zamanlarından birinin tadını çıkarıyordu. Bu arada daha profesyonel bir ordu oluşturma İşine yoğunlaşmıştı. Fulton’ın Napolyon’la görüşme ricaları reddedildi. Napolyon rüzgara karşı ilerleyebilecek gemi prototipini asla göremedi. Belki de bu yüzden aklına hiç böyle bir şey gelmemişti.
Birkaç yıl sonra Fransızların "Büyük Ordu"su, İspanyol ve Fransız filolarının gelip onları almasını beklemeye başladı. İngiliz kıyılarına çıkartma yapmaya hazırlanıyorlardı. Ancak Fransız ve İspanyol donanmaları İngilizler tarafından kıstırılmış bir şekilde limanlarda demirliydi. Belki de Fransız İmparatoru önü kesilmiş limanlara bakarken, şu Amerikalı hayalperestin su altı gemilerini hatırlayıp, Kraliyet gemilerini onlarla defedebilir miydik acaba, diye düşünmüş olabilir.
Napolyon’un Fransız bütçesinin büyük kısmını harcadığı İngiltere işgali projesinde sorun zamanlamaydı. Askerleri taşıyacak olan gemilerin uygun rüzgara ve sakin bir denize gereksinimi vardı. Ayrıca Kraliyet donanmasını da atlatmaları gerekiyordu. Bunun için de Fransızların Manş Denizi’ni en az iki gün kontrol edebilmeleri gerekiyordu. 1815’e gelindiğinde Fulton’ın buharlı gemileri saatte 5 milin üzerinde bir hızla Raritan, Potomac ve Missisipi nehirlerinde yüzüyordu.
Bu gemiler çok daha fazla maddi imkanlara sahip Fransa’nın elinde gelişseydi, kötü bir rüzgar nedeniyle Kraliyet donanmasının hareket edemeyeceği bir zamanda, ki bu sık sık olurdu, muhtemelen Fransızlar rüzgara karşı hareket edebilen buharlı gemileriyle Manş’ı geçebilirdi. Çıkartma yapılınca da İngiliz ordusunun karada kalmış olan kısmı iyice hırpalanabilirdi. Ancak Fransa- İspanya ittifakının donanması başarısız oldu. Manş’ın kıyılarında bir yıldan fazla bekleyen ordu da gitti Avusturya’yı işgal etti.
Sonraki on yılda İngiltere imparatora karşı her tür direnişi parasal olarak destekleyecekti. İngilizler ve Fransızlar 1805’te, İber Yarımadasında, Mısır’da, Akdeniz adalarında ve Fransa topraklarında savaştıktan sonra, Napolyon İngiltere’ye bir ordu çıkarabilseydi Avrupa’nın hakimi olurdu diye spekülasyon yapmak zor olmazdı. Eğer buharlı gemileri olsaydı, böyle bir çıkartmayı da yapması mümkündü. Bu yeni icada bir şans vermek Napolyon’un büyük planını uygulamaktan daha mantıklıydı. Bu plan, başarısızlığıyla tüm tarihi değiştirdi.
 
YAŞASIN DRED SCOTT! ABD
Yüksek Mahkemesi Dred Scott Davasındaki Kararını Açıklar 1857, Washington D.C.
 
Missouri Anlaşması, bir köle eyaleti olarak kabul edilmek üzere Missouri’nin başvurmasıyla ortaya çıkan politik fikir ayrılıklarını gidermek için Kongre’nin uğraştığı bir girişimdi. Kongre’nin önemli adamları kölelik sorununun Birleşik Devletleri en baştan ayırmasına izin vermek istemiyordu.
Bu anlaşmanın birkaç sonucu oldu; Missouri’ye istediği verildi ve başvurusu kabul edildi. Maine içişlerini istediği gibi düzenleyebilecek özgür bir eyalet olarak kabul edildi. Birleşik Devletler’de özgür eyaletler ve köle eyaletleri arasında ise dengeyi sağlayacak bir takım kurallar getirildi. Ancak Dred Scott gibi birinin ortaya çıkacağını hiç düşünmemişlerdi.
Scott, John Emerson adında bir ordu cerrahının kölesiydi. Emerson görevi dolayısıyla Missouri’deki evinden ayrılıp birkaç yıllığına Illionis ve Minnessota’da çalışmaya giderken yanında kölesi de vardı.
Emerson 1846’da öldükten sonra Scott’ın muhtemelen kölelik karşıtı olan beyaz arkadaşları ona Emerson’dan özgürlüğünü istemek için mahkemeye başvurması yolunda akıl verdi. Çünkü Emerson kölesiyle beraber özgür eyaletlerde yaşıyordu. Scott bu tavsiyeyi değerlendirdi ancak ilk başta davayı kaybetti. Fakat 1850’de Saint Louis’deki temyiz mahkemesinde davayı kazandı. Ancak karar tekrar temyiz edildi ve 1852’de Scott köleliğe geri döndü.
Şunu belirtmekte yarar var: Artık önemli olan Scott’ın özgürlüğü değildi, çünkü John Sanford adında bir kölelik karşıtı, onu Emerson’dan satın almıştı ve Scott için başka planları vardı. Sanford bu davayı bir emsal oluşturması için kullanmak istiyordu. Kendisi özgür bir eyalet olan New York’ta yaşıyordu ve bu tür davalar orada federal devleti ilgilendiriyordu. Yani Yüksek Mahkemeye kadar gidebilecek bir davaydı bu. Artık Scott’ın davası tüm Amerika’yı savaşın eşiğine getirecek kadar önemli politik bir olay haline gelmişti.
Kölelik karşıtlarının amacı, kölelerin özgürlüklerini kazanmayı daha kolay hale getirerek köle sahiplerini ortadan kaldırmaktı. Yüksek Mahkeme’nin köleliği anayasaya tamamen aykırı bulmasını umuyorlardı.
Köle sahipleri de planlarını yapmıştı. Bir kölenin kişinin malı olup olmadığı meselesini bir kenara bırakıp bu davanın tamamen Missouri eyaletini ilgilendirdiğini savunuyorlardı. Missouri mahkemesi zaten Scott’ın aleyhine bir karar çıkarmıştı. Bu davanın herhangi bir yerde tekrarı ise Missouri eyaletinin haklarını ihlal etmek anlamına gelecekti.
Bazı kölelik karşıtı gruplar (Ohio’dan John McLean, Massachusetts’den Benjamin R. Curtis) davanın federal mahkemede görülmesi için baskı yaptılar. İddiaları Scott’ın Missouri Anlaşması’na göre serbest bırakılması gerektiğiydi. Bu anlaşmaya göre federal mahkeme eyalet mahkemelerinden üstündü. Dava, kölelik karşıtlarının istediği gibi federal mahkemede görüldü ama pek hoşlarına gitmeyecek bir karar alındı.
İkiye karşı yedi oyla mahkeme Scott’ın aleyhine karar verdi.
Mahkeme ayrıca, köle ya da özgür, hiçbir zencinin Amerikan vatandaşı olmadığı yargısına vardı. Sonuç olarak davalarının federal mahkemede görülmesi mümkün değildi. Dahası, mahkeme Kongre’nin herhangi bir bölgede köleliği yasaklama yetkisine sahip olmaması gerektiğine karar verdi. Çünkü anayasa halkın özgürlüğünü, malını korumak için yapılmıştı ve köleler de tabii ki maldı. Bu, Birleşik Devletler’in kölelikle ilgili aldığı olumlu kararların tam tersine bir tutumdu.
Kölelik karşıtları, kaş yapalım derken göz çıkartmıştı.
Köle sahipleri bu davada zafer kazanmış olsalar da uzun vadede zararlı çıktılar. Mahkemenin kararı Demokratik Parti’yi ve köleliğe karşı oy veren Cumhuriyetçileri tam olarak ayırmıştı ve bu konudaki fikirler halkın gözünde tam olarak oturdu. Belki de bu yüzden 1860’da seçimlerde kölelik karşıtı Cumhuriyetçi Abraham Lincoln başkan olarak seçilmişti. Bu seçim birçok tarihçi tarafından İç Savaş’ın nedeni olarak kabul edilir.
Sonunda Dred Scott davası esas hedefine ulaşamadı. Kölelik karşıtları köle haklarıyla ilgili önemli bir davayı kaybetmiş oldular ve hatta giriştikleri politik savaşta bir adım gerilediler. Kölelik yanlılarının zaferi ise kısa süre sonra kaybedecekleri bir savaşa neden olabilecek sahte bir zaferdi. Bu işten tek karlı çıkan Scott’tı. Yüksek Mahkeme’nin kararından sonra Scott’ın sahibi ona söz verdiği gibi özgürlüğünü bağışladı.
Artık altmış küsur yaşına gelmiş olan Dred Scott ise sonraki yıl öldü.
 
İÇ SAVAŞTA YERLİ MALI SİLAH TAKINTISI
Albay Ripley ve İngiliz Tüfekleri 1860, ABD
 
West Point’ten 1813’de mezun olan Albay James Ripley belki de dört yıl süren kanlı Amerikan iç savaşının çıkmasından sorumlu kişilerin başında geliyor. Aslında bu anlaşmazlık birkaç ay içinde halledilebilirdi. 1861’de Birleşik Devletler ordusunun Savaş Gereçleri Bölümünün başına getirildiğinde altmış yedi yaşında olan Ripley ordunun silahlarını güçlendirmek için teklif edilen her türlü buluşa burun kıvırıyordu.
Ripley, özellikle piyade için gerekli ateşli silahların alınmaması için her türlü bürokratik yolu deneyen adam olarak da tarihe geçmiştir. Aralıksız atış sağlayan Spencer tüfeklerinin askerlerin çok fazla cephane harcamasına neden olacağını ve bunun da orduya pahalıya mal olacağını öne sürmüştür.
En büyük aptallığıysa yaptığı bir şey değil, yapmadığı bir şey nedeniyledir ve iki tarafın da on binlerce asker kaybetmesine yol açmıştır.
Hikayemiz 1852’de İngiltere’nin modern dünyanın ilk fuarını Kristal Saray’da düzenlemesiyle başlıyor. Fuarda, Amerikan standı açıldığında sadece mekanik parçalar olan kutular ortaya çıktı. İzleyicilerin arasından gönüllüler alındı ve birazcık yardımla birkaç dakika içinde bu parçaları bir Colt tabancaya dönüştürdüler. Bu silah kusursuz bir isabet oranına sahipti ve çok kolay bir araya getirilebiliyordu. Bu gösteri öylesine yeni bir şeydi ki, İngiliz Parlamentosu bu yeni teknolojiyi keşfetmek üzere bir komisyon oluşturup Amerika’ya gönderdi.
Komisyonun ilk durağı Springfield cephaneliğiydi. O sırada burada 1855 model Springfield 58 tüfeklerinin seri üretimine geçilmişti. Bu yüksek isabet oranına hayran kalan İngiliz hükümeti tüm fabrikayı satın aldı. Üç yıl içinde de İngilizler kendi Springfield tüfeklerini üretmeye başladılar. 577 kalibre Enfield... Bu model Amerikalıların Springfiel’ine çok benziyordu. Sadece kabzasında ve kalibresinde ufak farklılıklar vardı.
Amerika’da düşmanlıkların artması federal hükümeti hazırlıksız yakaladı. Ancak daha sonra ortaya atılan bazı iddialara göre Buchanan’ın emrindeki Savaş Bakanı Jefferson Davis, hala görevdeyken alınan önemli kararları sabote etmişti. Ordunun yirmi binden az askeri vardı. Dahası, sahip olmaları gereken modern silahlar da yoktu. 1855 model Springfield tüfekleri sadece yirmi otuz bin kadardı ve çoğu da güneydeki cephaneliklerdeydi.
Konfederasyonun Sumter Kalesine ateş açmasından üç gün sonra Lincoln yetmiş beş bin gönüllüye çağrıda bulundu. Yaz sonunda ise yarım milyon adama daha savaş çağrısında bulunuldu. Birlik’in sorunu gönüllüler bulmak değil onlara silah verebilmekti. Aslında gönüllülerin birçoğu geri çevriliyordu. Albay Ripley’nin masasına gelen sorun buydu.
Öncelikle Ripley o an sahip olunan silahlarla ilgili bir sorun olmadığını söyledi. Bu silahlar 1812’de yapılan savaşlarda güzel güzel çalışmıştı. Ancak herkes ateş mekanizmalı silahlar konusunda ısrarlıysa aralıksız atış yapan silahlar alınabilirdi. Ancak burada bir sorun vardı; Springfield silah fabrikasının ve öteki silah üreticilerinin bu kadar silahı yapması en az bir yıl alırdı. Zaten silah alımı için özel sektöre başvurmaktan bahsedilemezdi bile.
Bu ikilem karşısında Ripley’nin emrindeki bir personel müdürü krize basit bir çözüm önerdi: İngiltere’ye gidip, gerekli silahları Enfield’dan satın almak. İngilizler bu silahlar için maliyetine fiyat veriyordu, çünkü kendileri daha ileri bir teknolojiye geçişin hazırlıkları içindeydiler. Sonuç olarak Birlik ordusu birkaç ay içinde silahlanabilirdi.
Albay James Ripley bu fikri duyunca çılgına döndü. Bir zamanlar İngilizlere karşı savaşmıştı şimdi silah almak için tutup onlara koşması düşünülemezdi bile. Dahası, Ripley savaşın yaz sonuna kadar biteceğinden emindi ve birkaç yüz bin silah satın almak boşa gidecek paralar demekti. Silahlar ulaştığında belki de ordular çoktan dağılıyor olacaktı. Sonunda şöyle bir fikirle geldi; bu bir Amerikan savaşıydı ve Amerikan mallarıyla yapılmalıydı. Bundan başkası hiç de vatanseverce bir davranış olmazdı.
Personel müdürü bu fikri geri çekti, bir daha düşündü ve bu yaşlı adamın kalbini kazanacağını umduğu yeni bir fikirle geri geldi. İstihbarat birimlerinden alınan bilgiye göre Konfederasyoncular çoktan İngiltere’ye gitmiş ve tüm Enfield silahlarını satın alıp daha da yenilerini imal ettirmek üzere anlaşıyorlardı.
Ripley yine çıldırdı ancak bu kez paniğe kapılmadı. Eğer Konfederasyon İngiliz silahlarını satın almak istiyorsa bu onların bileceği işti, Ripley’yi hiç ilgilendirmezdi. Tekrar, silahlar gelene kadar savaşın biteceğini ve Amerikan askerlerinin Amerikan silahlarıyla savaşacağını yineledi. Personel müdürü ısrarla karşı çıktı ve Federal hükümetin Konfederasyonun o silahları almasına engel olması gerektiğini savundu. Eğer Ripley o silahları kullanmak istemiyorsa bile ötekilerin almaması için satın alınıp okyanusa atılabilirdi.Personel müdürü Ripley’in huzurundan kovuldu ve bir daha bu konuyu gündeme getirmemesi istendi.
Üç ay sonra Manassas’ta otuz beş binin üzerinde Birlik askeri savaşa girdi. Çoğunluğunda eski püskü silahlar vardı. Son saldırıyı Henry Tepesinden yaptılar ve Konfederasyon direnişini kırdılar. Bu son kahramanca atak Stonewall Jackson’ın adamlarının yepyeni Enfield tüfekleriyle açtığı yaylım ateşiyle son buldu. Bu silahlar üç yüz elli metre öteden bir insanı vurabiliyordu. Yüz metreden daha yakından ateşlendiğinde ise mutlaka öldürücü oluyordu. Bu mesafeden Birlik askerlerinin eski tüfekleri bir işe yaramazdı.
Sonunda Ripley yönetimden gelen baskılara dayanamadı ve Enfield tüfekleri sipariş etmeye başladı. Ancak artık çok geçti. İlk stoklar Güney’e gitmişti. Savaşın en ironik yanlarından biri İngilizlerin hem güneylilere, hem de kuzeylilere Enfield tüfeklerini satmaya devam etmiş olmasıdır. Ripley umutsuz bir şekilde yüzünü Prusyalılara döndü.
Prusyalılar çoktan üstten doldurmalı silah teknolojisine geçmişlerdi ve eski önden doldurmalı silahları satmak için can atıyorlardı. Onlardan başka Belçikalılardan da bir miktar silah alındı. Ancak bu tüfekler arkasında olanlar için önünde olanlardan çok daha tehlikeliydi. Birlik askerlerinin çoğu bürokrasiyi bir yana bırakıp soğuk bir mantıkla savaş alanında hayatlarının buna bağlı olduğunu düşünerek, kendi paralarıyla Sharps ve Burnside gibi daha ileri teknoloji ürünü ve Ripley’i isyan ettirecek kadar pahalı mermileri olan silahları satın aldılar.
Amerikan İç Savaşı’nın en büyük mitlerinden biri savaş boyunca Konfederasyon ordularının yetersiz bir donanımla savaşmış olduğudur. Bu, Albay Ripley sayesinde, savaşın ilk yılları için kesinlikle doğru değildi. 1862 yazına kadar Birlik askerleri, özellikle batıdaki operasyonlarda eski tüfeklerle savaşmıştı.
Konfederasyon birliklerinde ise Enfieldler vardı. Enfieldler olmadan Güney kesimi 1861 ve 1862’deki savaşlarda yıkılabilirdi. Konfederasyon ordusu üstten doldurmalı silahlarla donanmış bir Birlik ordusuyla karşılaşsaydı ve bir de Enfieldleri olmasaydı Güney’in asla İkinci Manassas, Antietam, Gettysburg gibi zaferleri olamazdı.
Ripley’nin ordusu ilk savaşlarından çoğunu kaybetti. Kendilerinde de olabilecek silahlarla etkisiz hale getirildiler. Ripley değişime karşı savaştı ve bu yüzden aralıksız atış yapan tüfeklerin alınması gecikti. Bu karar daha erken alınsaydı iç savaş çok daha kısa sürebilirdi. Ripley, 1863’de ordudan atıldı. Daha sonra hatası için özür diledi mi, dilemedi mi bilinmiyor...
 
İMPARATOR OLACAK ADAM ALMAN OLMASINDAN BELLİDİR
Maximilian Olayı 1864, Mexico
 
AvusturyalI bir arşidükün, Napolyon’un yeğenlerinden biri tarafından kumanda edilen bir Fransız ordusunun desteğiyle savaşa girip sonunda da Meksika İmparatoru oluşu tarihin en tuhaf hikayelerinden biridir.
19. yüzyılın başlarında İspanya’dan bağımsızlığını ilan ettiğinden beri, Meksika halkının başından dert eksik olmamıştı. Napolyon Savaşları’ndan sonra İspanya, Meksika’da kontrolü ele geçirmek için ancak cılız bir girişimde bulundu. İç Savaş General Santa Anna başa geçene kadar sürdü.General isyanı bastırdı ve ülkeyi birleştirdi. Ama 1850’lerde tekrar isyan çıktı. Juarez’in özgürlükçü cumhuriyetçi güçleri Mexico City’yi ele geçirdi ve Birleşik Devletler hükümeti tarafından da tanındı. İşte bu noktada Napolyon’un Fransız yeğeni ortaya çıktı.
Fransa’daki III. Napolyon hep ünlü atasının gölgesinde yaşamıştı. İmparatorluğun parlak günlerine geri dönmesi ile ilgili rüyalar görüyordu. Ama karısı Eugenie de Montijo İspanyol hanedanındandı. Böylece tamamen İspanyol kanı taşıyan Meksika’nın eski aristokrat sınıfı Paris’e kaçıp aristokrat arkadaşlarına köylülerin isyanı sonucu her yerde tecavüz ve yağmalama olduğunu anlatıyordu.
Paris’teki sosyal yaşam tabii ki politik açıdan güçlü olan Eugenie’nin etrafında dönüyordu. Eugenie çok zor olsa da tüm dünyada hüküm sürmeye başlayan Anglo-Amerikan etkisine karşı Katolik gücünün yeniden diriltilmesi hayalleri kuruyordu. Meksika’dan kaçan mültecilerin anlattığı hikayelerle Juarez ve adamlarının Katolik karşıtı olduğu hızla yayılıyordu ve zaten Juarez, Protestan Amerikalılardan yardım alıyordu.
Halk Amerika’nın Juarez’i bir kukla gibi kullanarak yönetimi ele geçireceğinden korkuyordu. Eğer durdurulmazlarsa tüm iyi Katolikleri kılıçtan geçireceklerdi. İmparatoriçe, Napolyon’dan Meksika’nın yardımına koşmasını istedi. Bu aynı zamanda imparator için Fransa’nın ihtişamını yeni dünyaya da göstermesi anlamına gelecekti.
Juarez devrimden sonra gelen ekonomik karışıklıktan dolayı dış borçları ödemeyi dondurduğunu söyleyince, Fransa, İspanya ve İngiltere Meksika’ya karşı birleşti ve Vera Cruz’u ele geçirdi. Amerika o sırada kendi iç savaşıyla uğraşıyordu ve hiçbir müdahalede bulunmadı. İspanya ve İngiltere kısa süre sonra çekildi. Ama Fransa 1862’nin sonlarına kadar kaldı. Otuz bin kişilik bir Fransız keşif ordusu Vera Cruz’da karaya çıktı ve sonraki yıl Mexico City’yi ele geçirdi.
Sonra tuhaf bir şey oldu. Napolyon Amerika’ya tek başına gitmeye tırsmıştı. Konfederasyonun savaşı kazanmakta olduğu açıktı ancak her zaman savaşın tam tersine dönme ve bitme ihtimali de vardı. Dahası, Konfederasyon ve Birlik askerleri birleşip Mexico’ya saldırabilirlerdi. Aslında bu fikir gerçekten de hem Kuzey’de, hem de Güney’de gündeme getirilmişti.
Napolyon kendine destek olacak birilerini bulmalıydı. Eski İspanyol monarşisinin Avusturyalı Habsburglarla kan bağı vardı. Bu bağ yoluyla Napolyon büyük bir Katolik ittifakı kurdu. Bu yüzden İmparator Franz Josef’e (Birinci Dünya Savaşı’na kadar, elli yıl daha ülkesinin başında olacaktı) Mexico’yu beraber kurtarma teklifinde bulundu. Habsburgların İspanyollarla olan bağı da Meksika’nın kurtarılması için yeterince güçlü bir bahaneydi.
Napolyon Franz Josef’in kardeşi Arşidük Maximillan’ın yeni dünyada kendine ait bir ülkede kral bile olabileceğini söyleyerek fikrini daha çekici hale getirdi. Belki bir gün büyük bir müttefik güçle Orta ve Güney Amerika’nın tümünü bile ele geçirebilirlerdi. Böyle bir birliğin gücüyle Anglo-Saksonlar ve Protestan Prusyalılar dize getirilebilirlerdi.
İmparatoriçe Eugenie, Meksika’da devam eden barbarca olaylara tanık olmuş insanlar buldu. Zavallı kurbanlar, Fransa ve Avusturya güçleri tarafından desteklenecek Avusturyalı bir imparatorun Meksika halkı tarafından sevinç gözyaşları içinde karşılanacağını söylüyordu. Meksikalılar başlarındaki yönetimi atıp Almanca konuşan ve ilgisiz birini istiyordu. Bu plana şöyle bir bakıldığında insan ”Bu adamlar ne düşünüyormuş da böyle bir şeyi istemiş?” diyor.
Ama Franz Josef ve Maximillian anlaştı. Maximillian İspanyolcasını ilerletti, Yeni Dünya’ya ulaştı ve 10 Haziran 1864’te Meksika İmparatoru ilan edildi.
Zavallı adam, gerçek bir imparator gibi iş göreceğini sanıyordu. Fakirlere yardım etmek, okullar, hastaneler inşa etmek için projeler hazırlattı. Tüm Meksika’yı tek yönetim altında birleştirecekti.
Bu arada başkent dışında, Fransa-Avusturya orduları için savaş pek de iyi gitmiyordu. Ordunun çoğunluğu piyadeydi ve dağlarda gerillalara karşı üzerlerinde ağır silahlarla ve yün üniformalarla savaşmaya çalışıyordu. Maximillian’ın ordusu ellerinde toprak tutmaya çalışırken yüzlerce garnizonda sıkışıp kalmıştı ve bu garnizonların birbiriyle haberleşmesi çok zordu. Juarez yoğun piyade saldırısına karşı koyamıyordu ama yakayı da ele vermiyordu. Yine de imparator sadece Mexico City’yi yönetiyordu.
III.Napolyon’un Amerika üzerine kurduğu planlar Appomattox’da yapılmıştı. Konfederasyon güçlerinin teslim olmasından sadece birkaç hafta sonra General Sherman çoğu Virginia’dan toplanmış siyahlar olan elli bin askerle Teksas kıyılarına çıktı.
Sherman Maximillian’la dalga geçti ve savaşması için kışkırtıcı sözler söyledi. Ayrıca gizlemeye gerek duymadan Meksikalı isyancı askerleri eğitti, donanımlarını sağladı. Savaştan sonra ise bazı siyah askerler Meksika güçlerine katıldı. Onların torunları hala Meksika’da yaşıyorlar.
III.Napolyon sadece karada savaşla karşı karşıya kalmadı, Amerikan donanmasıyla da uğraşması gerekti. Sonunda havlu attı ve bunun sadece Meksika’nın savaşı olduğu yolunda bir açıklama yaptı. 1867’de tüm Fransız askerler ve Avusturyalılar geri çekildi. Savaşta ya da hastalık yüzünden verilen kayıplar bütün keşif gücünün yarısını oluşturuyordu.
Maximillian ise kolay kolay bırakamadı Meksika’yı. Çevresinde dönen entrikalara rağmen davasına dürüst bir şekilde inanıyordu. Ayrıca gururluydu da. Az sayıda Meksikalı onun yanında yer aldı, Maximillian da öteki aristokratlar gibi onları bırakıp gidemeyeceğini söyledi. Maximillian ailesini geri gönderdi ama kendisi son bir savunma için Meksika’da kaldı. Yenilmesi uzun sürmedi, davası hemen görüldü ve ölüme mahkum edildi.
Napolyon, Eugenie ve Franz Josef olayı öylesine protesto etti ancak onlar Prusya’nın ani yükselişi sonucu çıkmak üzere olan sorunlarla meşguldü. 19 Haziran 1867’de sadece üç yıl dokuz günlük bir hükümdarlıktan sonra Meksika’nın Avusturyalı imparatoru Maximillian, bir duvarın önünde kurşuna dizildi. Böylece komşusu Napolyon’un hiç güvenilir olmadığı anlaşılmış oldu.
 
BİR AT İÇİN
Custer’in Kazandığı Neredeyse En Büyük Zafer 1876, Montana
 
George Armstrong Custer İç Savaş’ın kahramanlarından biriydi. Süvari kariyerine Birlik süvarilerinin en karanlık zamanında başladı. Savaşın yeni ve cesur liderleri arasında bile dikkati çekiyordu. Hak ettiği gibi Birlik Ordusu’nun en genç generali oldu. Hırslı bir genç adamdı.
General Custer tüm Amerika’da tanınıyordu. Muhtemelen daha sonra, Amerikalılar seçimlerde savaş kahramanlarına oy vermeyi sevdiğinden yönetimde yer alma şansı yüksekti. Savaştan hemen sonra Ulysess Grant başkan seçildi.
İç Savaş sona erdiğinde, küçülen orduda kalmak isteyen subaylar daha küçük rütbeleri kabul etmek zorunda bırakıldı. Bu durumda bile Custer albay oldu. Emrinde en iyi süvari birliklerinden Yedinci Süvari Alayı vardı. Ama bu genç subayın istediğinden çok daha azıydı. Savaştan sonra kazandığı askeri başarılar ufak tefek şeylerdi ve düşmanları güçsüzdü. 1874’de Siu (Sioux) kabilesine ait topraklarda altın bulunmasıyla birlikte bu durum bir dereceye kadar değişti.
Siular demiryolları inşasıyla topraklarına gelen şiddete karşı koyabilmişlerdi. Bu sefer de madenciler "Hırsız Yolu” inşa etmiş ve yüzlerce insan hükümet tarafından Siulara tahsis edilmiş araziye üşüşmüştü. Siular bir düzine kadar madenciyi öldürerek kendilerini savundu. Bir süre bir daha bir şey olmayacakmış gibi gözüktü ve sonra avcıları Siu altın rezervlerinin olduğu bölgeye gönderme kararı alındı. Birleşik Devletler hükümetinin Siu topraklarını işgali için bulduğu bahane bu olmuştu. Bir ültimatom gönderildi ancak Siular, kendilerine ait toprakta böyle bir savaş olacağına inanmadılar. Amerikalıların ciddi olduğunu Powder nehri kıyısındaki küçük bir Kızılderili köyüne girip iki kişiyi öldürüp, birkaç kişiyi de yaraladıklarında anladılar.
İç Savaşın cephe çarpışmalarından sonra Amerikan ordusu için Kızılderililerle savaşmak biraz sıkıcıydı. Karşılıklı orduların savaşması şeklindeki bir askeri yöntem Siulara tamamen yabancıydı, Siu savaşçıları bireysel cesaretlerini göstererek savaşıyordu. Sonucu belirleyecek bir savaş yapmak olası değildi. Bu nedenle bir savaş planı yapıldı ve üç koldan Siulara saldırma kararı alındı. Amerikan ordusu bu şekilde savaşı tamamen kazanacağını düşünüyordu.
Bu plan Custer’ın Little Bighorn nehrinde son saldırıda uyguladığı taktiğe benziyordu. Bu taktiğin nedeni Kızılderilileri savaşmaya zorlamaktı. Sonuçta bu pek de zor olmadı. Powder nehri katliamından sonra, yüzlerce Kızılderili ailesi Oturan Boğa’nın Little Bighorn kampına toplandı. Kampta yedi bin Kızılderili vardı, bunların iki bini savaşçıydı.
Amerikan stratejisi daha şimdiden başarısız olmuştu. 17 Haziranda Oturan Boğa ve savaşçıları General Cook’un komutasındaki Amerikan askerleriyle
karşılaşarak onları Rosebud Creeks’in yukarılarına doğru sürdü. Tarih Albay Custer’ın Oturan Boğa’yı savaşa zorlamasına gerek kalmadığını gösteriyor.
Custer’a pahalıya mal olan sorun Kızılderilileri savaştırabilmek için her şeyi feda etmek zorunda kalmış olmasıydı. Albayın hatası, savaşın tüm kaderini değiştirebilecek altı silahı yanına almamak oldu. Bunlar, makineli tüfeklerin ataları sayılabilecek tüfeklerdi. Dönen şarjörleri kullanarak dakikada yüzlerce mermi atabiliyordu.
Peki Custer karşısına daha büyük bir kuvvetin çıkacağını bilse, bu silahları geride bırakır mıydı?
Bu silahlar çok ağırdı ve toplar gibi arabaların üzerinde taşınıyordu. Ayrıca Custer bu silahı pek tanımıyordu. Bu silahın nasıl kullanıldığını biliyordu ama İç Savaş sırasında sadece donanma tarafından kullanılmıştı. Dahası, atlar tüfeklerin olduğu arabayı çekmekte zorlanıyor ve bu da Custer’ın adamlarının hızını kesiyordu.
Korumaları gereken birkaç bin kadın ve çocuk olduğu için Siular ve Çayenler (Cheyenne), ne olursa olsun savaşacaklardı. Ağır silahları almamak amacına ulaşmıştı, Kızılderililer savaşa zorlandı. Makineli tüfekleri geride bırakarak Custer sonuna neden olan kararı almış oldu. O silahlar savaşın kaderini belirleyebilirdi. İngilizlerin Afrika’da Mehdilere karşı yaptığı savaşlarda ağır silahlar sonucu belirlemişti. Ama Custer’ın verdiği karardan pişman olacak kadar bile zamanı olmamıştı.
 
YÜKSEK SOSYETEDEN OLMAK HER ZAMAN İŞE YARAMAYABİLİR
Oscar Wilde Kendi Açtığı Davayı Kaybeder 1895, İngiltere
 
Amerika’daki eşcinsellere, orduda "sorma-söyleme" politikasının uygulanmasına başlanmadan yüzyıl önce, İngiliz toplumu da benzer bir tutum geliştirmişti. Bu şekilde, özel hayatları ve hobileri, kitaplarda yazılı kurallarla çatışan toplumun erkek üyelerini topluma ve geleneklere uydurma yolunu bulmuşlardı.
1885’te "Şantaj Anlaşması" diye anılan bir kanun çıktı. Bu kanun ile erkek eşcinsel ilişkisini ciddi bir şekilde yasaklamış oldular. (Sadece erkek eşcinselliğini, zira Kraliçe kadınlarda da eşcinselliğin görülebileceğini kestirememişti, hiçbir bakan da bu konuda Kraliçeye karşı çıkmayı göze alamamıştı.) Yeni geçen Labouchere Düzenlemesi ile "erkekler arasındaki tüm terbiyeye aykırı tavırlar" yasaklanır hale geldi. Önceden ise sadece eşcinsel ilişki yasaklanmaktaydı.
Bu yasalar Lordlar Kamarasının değişik üyeleri ve edebiyat yıldızları arasında yaşananları önlemeye yetmedi. Yasaları çıkaranlar, üst sınıfı bu yasaların getireceği yaptırımlardan korumak arzusu içindeydiler. Kadınsı davrananlar nefret odağı oldular, bu konuda İrlandalı ünlü şair ve oyuncu Oscar Wilde’dan daha çok saldırıya uğrayan olmadı.
Oxford mezunu, ödüllü bir şair ve başarılı bir hatip olan Oscar Wilde, Yunanistan’ı, Avrupa’nın hemen tamamını ve hatta Amerika’nın batısını gezdikten sonra Londra’ya yerleşti. Londra’da geleneksel dünyanın ilgi çeken bir kişiliği olmakta gecikmedi. Keskin zekası ve garip giyim tarzıyla Punch’ın yayımcılarına ilham verir oldu; Gilbert ve Sullivan, Wilde’ın karikatürlerini çizer oldular.
1884’te Constance Lloyd ile evlendi ve Cyril ile Vivian adlarında iki çocuğu oldu. Ailevi sorumlulukları ile şiire ve oyunlarına olan ilgisi, hiçbir zaman diğer uğraşlarının yerini almadı. Wilde kendisinden 15 yaş genç olan "Bosie" lakaplı Lord Alfred Douglas’a aşık oldu.
Wilde onu kanatları altına alırken, Bosie sayesinde aristokrasinin eşcinsel dünyasına girdi. Bu dünyada genç, iş sahibi bir erkek, bir akşam yemeği fiyatına elde edilebilmekteydi. Zamanla ayrılmaz bir ikili oldular. Bu durum daha çok Wilde’ın zararına oldu, çünkü genç sevgilisi kendisi kadar sır tutabilen biri değildi.
Wilde "yetkililerin ününe gösterecekleri saygı nedeniyle ülkeyi terk edebilmesi için gereken 24 saati kendisinden esirgemeyecekleri" inancını taşımaktaydı. Bu şekilde tutuklanmanın utancından ve hapsedilmekten korunmuş olacaktı. Newdigate Şiir Ödülü’nü kazanan bir şair, Lady Wdermer’in Hayranı ve Dürüst Olmanın Önemi gibi popüler oyunların yazarı, ayrıca Dorian Gray’in Portresi adlı çok satan bir romanın sahibi, ona göre kafasını böyle şeylere yormamalıydı.
Ama kısa zamanda ciddi bir sorun kapıyı çaldı.
Douglas’ın babası efsanevi Queensberry Markisi idi. 21 yaşındayken boks sporunun kurallarını bulmuştu. Bu kurallar günümüzde de onun ismiyle anılır. Oğlunun çevresini hiçbir zaman onaylamadı ve onu Wilde ile görüşmekten men etti. Oğlu ise babasının isteklerine karşı gelerek babasını daha sert yaptırımlar uygulamaya zorlamış oldu.
Sonuçta Queensberry toplumu yönlendirmek için Wilde’a karşı bir saldırı kampanyası başlattı.
Son darbe Wilde’ın üyesi olduğu bir kulübe bırakılan kart ile geldi. Kartta "Yumuşak Oscar Wilde’a” yazmaktaydı. Wilde saldırıya uğramıştı ve bu kampanyaya son vermek için bu adama karşı bir iftira davası açmaya karar verdi.
Wilde’ın yakın çevresi davadan vazgeçmesi için yalvardılar. Zira mahkemenin araştırmaları esnasında bazı şeylerin ortaya çıkmasından korkuyorlardı. Wilde hiçbir şeye aldırmadı, çünkü zekasından ve üstün yeteneklerinden emindi. Ne yazık ki, Wilde’ın zekası, sayıları onu aşan gencin danışıklı ifadelerini önlemeye yetmedi. Bu ifadelerle Wilde’ın ismi ile reklam yapmak istiyorlardı. Böylece Wilde’ın yasadışı davranışları kamuoyunun gözleri önüne serilmiş oldu.
Eldeki kanıtları inceleyen hakim Wilde’ın davasını sonuçlandırmakta gecikmedi.
Wilde davayı kaybetti ve birkaç saat içinde ahlaksızlık suçlamasıyla tutuklandı. Kamuoyu önünde yalan ifadeler vermekle suçlanıyordu. Bir savunma bile hazırlayamadan iki sene için sürgüne gönderildi. Bu arada yakınları yardımına gelmeye çekinmişlerdi.
Wilde toplumdaki konumunun, onu adaletin keskin kılıcından koruyacağını düşünmüştü. Koruyabilirdi de... Fakat yüksek sosyetenin önde gelenlerine bile özel hayatlarındaki hobileri kamuoyundan gizlemeden yaşamak konusunda hoşgörülü davranılmıyordu.Serbest bırakıldıktan sonra Bosie ile uzlaşmayı denedi ama başaramadı. Kırk altı yaşındayken Paris’te, kalbi kırık olarak öldü.
 
KİTABIN PÜF NOKTASINI ANLAMAZSAN
Bir Donanma Kurarsın, Savaşı Kaybedersin 1900, Alman imparatorluğu
 
Bazıları onun yazarlıktan önce, aslında deniz tutan bir Amerikalı gemici olduğunu söylerler. Alfred Thayer Mahan, her koşulda orduya katılmış olmalıydı. Babası, her şeyden önce, ünlü bir askeri taktisyendi. West Point harp okulunda ders veriyordu.
Alfred Mahan isimli bu adam, savaş alanı taktikleri kitabının büyük yazarı, bir nesil harp okulunun öğretmeni, sivil savaşta ölümsüz bir şan ve şöhret sahibi idi. Belki de küçük Mahan’ı Annapolis’e donanmada bir kariyer sahibi olmaya iten, babasının gerçekten önde gelen bu kişiliği idi.
Küçük Alfred, Carolina sahillerinde savaş süresince görev aldı ve daha sonra deniz aşırı bir yolculuğa gönderildi. Sonra yolculuklar birbirini takip etti. Gemi nasıl giderse gitsin, iki-üç günlük bir süre için bile olsa, Alfred’i ölümcül bir şekilde deniz tutuyordu. Yine de gerçek bir deniz subayı olarak kendini hep denize attı. Birçok liman görevi için sahile çıktıysa da sonunda yeni bir olanak buldu: Deniz Harp Akademisi...
Alfred T. Akademiye geldiğinde, hiç ümit vermeyen bir göreve sahipti. Birkaç karaya sürülmüş eğitmen -ki onların da tuhaf oldukları düşünülürdü- vardı. Bu okulu dünyanın en prestijli deniz enstitülerinden birine dönüştürmeyi başardı. 19. ve 20. yüzyılların en etkileyici kitap serilerinden birini yayınlayan Alfred’di: Denizdeki Gücün Dünya Tarihine Etkisi...
Mahan’ın tezi şuydu: Milletlerin güçlenmesi ve gerilemesinde en belirleyici faktör deniz güçleridir. Kara kuvvetleri hızlı hareket etme özelliğine sahip değildirler, hem de lojistik zorunluluklar nedeniyle hantaldırlar. Deniz kuvvetleri ise, bugün Karayipler’de yol alırken iki hafta içinde Baltık Denizine ulaşabilir. Doğası gereği donanmalar dünyanın her yerinde güçlerini gösterebilirler. Sadece donanması sayesinde, bir millet kayda değer bir güç haline gelebilir.
Günümüzde düşmanını kollama bir deniz filosunun en öncelikli görevidir. İlk yapılacak şey rakibinin deniz gücünü hesap etmek ve tüm gemilerini batırmak olmalıdır. Bu başarıldığında düşman savunmaya geçmek zorunda kalacaktır. Ticaret gemileri teslim olacak, kaynakları engellemelerle kesilecek, sahil şehirleri bombalanma tehlikesi altında olacak, kolonileri yok edilecek ve sonuçta tüm yurt denizden yapılabilecek bir çıkartmanın tehdidi altına girecektir.
Öyle bir çıkartma ki, yer ve zamanını saldıran taraf belirleyecek, rakip ise tüm kaynaklarını sahip olduğu bölgeleri korumak için kullanmak zorunda kalacaktır.
Kısacası, Mahan’a göre, küresel oyunda önemli bir aktör olabilmek için bir donanmaya sahip olunması öncelikli şarttı.
1815 Viyana Konferansından sonra, Avrupa’daki güçler kendilerini deniz gücü açısından İngiltere ile karşı karşıya buldular. İngilizlerin büyük deniz gücü,Napolyon İmparatorluğu’nu blokaja almış, yavaş yavaş çöküşe sürüklemekteydi. Savaş sonunda dost ülkeler ve hatta eski düşmanlar arasında çok hassas bir anlaşmaya gidildi. İngiltere denizdeki üstünlüğünü koruyacaktı.
Bu, İngilizlerin yaşamak için denize bağlı olmak zorunda kalmalarındandı. Denizdeki bu İngiliz üstünlüğünün kabul edilmesine karşılık, tüm ülkeler bir donanma kurma ve denizlere açılma hakkına sahip olacaklardı. Fakat bu üstün gücün karşısında ciddi bir rakip haline gelmemek şartıyla.
Fransa 1860’lar ve 80’ler arasındaki sürede eski gücüne kavuşmayı başardı. İlk gerçek demirden gemiyi üretti: La Gloria. Bu gemilerle tüm İngiliz donanmasını bir günde kullanılmaz hale getirebilirdi. İngilizler ise uyguladıkları yapılanma programı sayesinde, 1880’lerin sonunda çelik gemilerin üretiminde öne çıktılar. Almanya’nın değişik bölgelerinden ithal ettikleri çelik ile her zamankinden daha çok gemi ürettiler.
Fransızlar, İngilizlerle yarışmayı bırakmak zorunda kaldı. Bunun yerine ucuz, yenilenebilen teknoloji ile yola devam etmeyi tercih ettiler. Muhrip gemilerinin üretiminde, araştırma ve geliştirmesinde lider hale geldiler. Öte yandan İngilizler karşılık olarak büyük muhripler, denizaltılar ve mayınlar üretti.
Fransızların eski düşmanları olan Almanlar, İngilizlerle Fransızlar arasındaki rekabeti hep eğlenerek izlediler. Bir Fransız gemisine yönelen her silah, kendi sınırlarına yönelecek bir silahın eksilmesi anlamını taşıyordu. Donanmaya harcanan her frank, Ren bölgesini tehdit eden bir frankın azalması demekti. Öte yandan İngilizler Almanları Fransız yayılmacılığına karşı her zaman doğal bir müttefik olarak gördüler.
Kısacası, yeni bir Avrupalı güç olma yolundaki Almanya ile denizlerin hakimi İngiltere arasında bir çatışma olması, Fransızlar dünyaya yayılmaya devam ettiği sürece anlamsızdı. Alman donanması sıradan bir sahil güvenlik sisteminin ötesine geçemiyordu. Birkaç küçük gemiden ibaretti. Öyle ki, İngilizlerden yardım istediklerinde, zengin ağabeyin fakir kardeşine yardım etmesi gibi bir tavırla karşılaşıyorlardı.
Ama daha sonraları iki önemli olay gelişti; ilki Mahan’ın yayınladığı güçle donanma arasındaki ilişkiyi anlatan kitap serişiydi. İkincisi ise II. Wilhelm’in daha büyük bir Almanya hayaliyle başa geçmesiydi. Willie çabuk olgunlaşmış, ego problemi olan bir çocuktu. Bazıları bu problemin, beceriksiz bir doktorun doğum esnasında Wilhelm’in koluna ciddi şekilde zarar vermesinden kaynaklandığını söylerler.
Maço denilebilecek bir toplumda böyle bir yara taşımak, onu ister istemez aşağılık kompleksine sokmuştu. Psikolojik durumu nasıl olursa olsun, Wilhelm dış politikada ani bir değişim süreci başlattı.
Aslında, İngiliz olan her şeye hayranlığı ironikti. Anneannesi efsanevi Victoria ölürken yanı başında durmuş, elini tutmuş ve gözyaşlarını tutamamıştı. Kuzeni Edward’a da bir sıcaklık duymuş, bekar oldukları hafta sonlarında ikisi çok güzel deniz gezileri yapmışlardı. Aslında derinlerde bir yerlerde, denizle ilgili büyüyen bir düşmanlık da vardı aralarında.
Mahan’ın çalışmaları ilk yayınlandığında, Amerika’da küçük bir okuyucu kitlesinin ilgisini çekti. İlk hayranlarından biri New York’ta polis komiseri olan Teddy Roosevelt idi. Deniz aşırı ülkelerde ise beklenmedik bir ün kazandı. Hiçbir yerde Almanya’da olduğu kadar popüler olmadı; Wilhelm kitaba Alman nitelikler kazandırarak yeni bir baskısını çıkarttı.
Alman federal donanmasındaki her subayın okuyabileceği hale getirdi... Ve bu subayların kitabı okumaları da beklenir oldu. Manan Avrupa turuna çıktığında Almanya’da adeta bir süper star gibi karşılandı. Alman İmparatoru Mahan’la buluşmak ve kendi kitabına Amerika’nın efsane isminin el yazısıyla bir şeyler yazmasını istedi.
Almanya kısa bir süre içinde deniz filosunu geliştirdi. Bu arada Japonya da aynı süreci yaşadı. Wilhelm uygulanan geliştirme programının, kendi deniz sahalarını koruma amaçlı olduğunu bildiriyordu. Fakat, Mahan’ın söylediği gibi, gerçek bir dünya gücü, dünyanın her yerinde kendisine hammadde sağlayacak, telgraf istasyonlarını destekleyecek ve kömür stoklarını yenileyecek koloniler kurmaya mecburdu.
Rüzgarla yol alan gemilerden buharlı gemilere geçilmesinin en önemli dezavantajlarından biri gemilerin menzillerinin düşmesi oldu. Demir aldıktan üç ay sonra Pasifik’in ortasında olmak imkanı ortadan kalktı. Hiçbir modern gemi ortalama hızlarda hareket ederek iki-üç haftadan fazla yakıt ikmali yapmaksızın denizde kalamıyordu.
İki-üç günlük hızlı manevralar yapan gemilerin sadece yakıt stokları boşalmakla kalmıyor, aynı zamanda makineleri de tamir ister duruma geliyordu. Kömür istasyonları bu sebeplerle stratejik hedefler haline geldi. Bu istasyonlar daha çok korunur oldular. Binlerce kömür işçisi kömür ocaklarına indi.
Wilhelm için 20. yüzyılın başında bu çok parlak bir fikirdi. İngiltere ile rakip olabilecek durumda değildi, ulusal onur tüm dünyada ’ben varım’ diyebilmeye bağlıydı. Tüm dünyada ’ben varım’ diyebilmek ise koloniler kurmayı gerektiriyordu. Koloniler kurmak denizde güçlü olmak anlamını taşıyordu. Denizde güçlü olan yeni koloniler elde edebilirdi, daha çok koloni elde etmek ise ulusal güveni artırırken harcamaları da artıracaktı.
Almanlar Afrika sahilleri boyunca daha önceden ele geçirilmemiş bir takım üçüncü sınıf bölgeleri hakimiyetleri altına aldılar. İngilizler buna karşı çıkmadı. Fransızlar ise 19. yüzyıl boyunca bu bölgede İngilizlerin en ciddi rakibi olarak ses çıkartmadı. Almanlar Pasifik’te yeni adalar ele geçirdiler, yüksek harcamalarla buralara kömür ve telgraf sistemleri getirdiler.
Bu büyüme devam etti ve 1904’e doğru İngiliz yöneticiler arasında Almanlar bir tehdit olarak görülmeye başlandı. 1904’te yeni bir deniz mareşali, John "Bobbie" Fisher donanmanın başına geçti. İngiliz denizciliği, demir ve buharın kullanılmaya başlanmasından beri değişik kollara ayrılmaktaydı. Fisher vizyon sahibi biri olarak geleceği gördü ve içgüdülerini kullanarak yeni silahlar tasarlama işine girişti. Bir yıl sonra en modern Dreadnought silahları ile donanmış gemiler üretilmeye başlandı. Bunlar modern savaş gemilerinin ilkleriydi.
Fisher’in amacı Dreadnought’la Almanlara gözdağı vermekti. Almanların donanmalarım geliştirmelerine bir sorun olarak bakmıyorlardı, hatta denizdeki büyük gemilerine eşdeğer birkaç gemi üretmelerine de karışmıyorlardı, fakat tek istedikleri en ileri teknolojiye sahip olmak ve üstünlüklerini korumaktı. Bu üstünlük Almanlar tarafından kabul edildiği sürece iki ülke arasında geleceğe dair bir endişe olmayacaktı.
Wilhelm, Dreadnought’un silahlarını gördüğünde kıskançlığa kapıldı. Amirallerine ve gemi tasarımcılarına İngilizlerin son ürettiklerine eşdeğer ve hatta daha üstün gemiler üretme emri verdi. Üst düzey Alman subayları daha büyük gemiler üretmenin ve büyük düşünmenin büyüsüne kapıldılar. Wilhelm’le bu konuda ters düşmeyi hiç düşünmediler. Daha pragmatik düşünen çevreler ise İngiltere ile silah yarışına girmenin sadece kötü bir fikir değil, aynı zamanda delilik olduğunu düşündüler.
Stratejinin doğası gereği İngilizler denizde birinci ve en üstün kalmalıydı. Alman donanması ikincilikle yetinmeliydi. Fransa ve Rusya’nın tehdidi altındaki Almanların karadaki üstünlüklerini korumaya ihtiyaçları vardı. İnsan gücü ve kaynak yarışı içindeki Almanya’da, kara kuvvetleri deniz kuvvetlerinden çok daha üstün durumda olmalıydı. İngiltere’ye üstünlük sağlamanın imkansızlığı ortadayken neden bu çabanın içine giriliyordu ki?
Wilhelm yine de programın ilerlemesinden yana tavır aldı. Alman ulusal gururu bunu gerektiriyordu. Yeni bitirilmiş Kiel Kanalı yeni ve daha büyük gemiler için yetersiz kalacaktı. Bu kanalı genişletmek için de büyük harcamalar yapıldı. Almanlar İngilizlerle denizde büyük bir rekabete giriştiler.
Birkaç sene içinde Alman zırhlıları denize indirilmeye başlandı. Bu gemiler yirmi beş ve otuz santimetre çapındaki silahlarla donatılmıştı. Fransızlar garip bir tavırla bu yarışa girmekten çekindiler. Böylece bir tehdit olmadıklarını gösterip, İngilizleri Almanlarla uğraşma yoluna ittiler. Bu strateji tuttu, yüzyıllardır İngiliz savaş tatbikatları Fransızlarla çıkabilecek bir savaş üzerine kurulmuştu. Cebelitarık’tan Süveyş’e kadar Akdeniz ticaret yolunu ve Biscay Körfezi ile Manş Denizi’ni korumak amacını taşımışlardı.
Yüzyılın sonuna doğru, Fisher gemi manevralarını Kuzey Denizi’ne doğru kaydırdı. Almanya’ya, Baltık’ın dışına çıkarmaya yelteneceği her geminin kendilerini karşısında bulacağı mesajını vermiş oluyordu. Fisher’in saplantısı daha uzak ülkeleri de etkiledi. Japonlarla bir anlaşma yaparak Pasifik’e çıkabilecek her yabancı gemiye karşı ortak hareket etme kararı aldılar. Fisher de Mahan okuyucuları arasındaydı.
1904-1905 yıllarındaki Rus donanmasına karşı Japonların kazandığı zaferleri ayrıntılarıyla incelemişti. Dikkat çeken nokta şuydu: İlk saldırıya geçen ve karşı donanmayı ablukaya alan taraf üstün geliyordu. Tüm bunlar göz önüne alındığında, Almanların Kuzey Denizi’ne açılmalarının önlenmesi gereği ortaya çıkıyordu. Almanların Belçika ve ’Hollanda’yı ele geçirmesi, İngiltere’den sadece iki saat uzaklıkta iki limana sahip olmaları anlamını taşıyacaktı.
Bu engelleme İngilizlerin Almanlara karşı olan politikalarının temel noktası oldu. Belçika ve Hollanda topraklarının İngiliz koruması altında olduğu açık bir mesajla bildirildi. Bu mesaj, Almanların denizde hiçbir gücü olmasaydı, bu kadar açık ve sert olmazdı.
Alman İmparatoru cevap olarak, İngilizlere ve topraklarına karşı hiçbir düşmanlık beslemediklerini bildirdi. Almanya’nın tek istediği, güneş giren bir yer, ulusal güven kazanımı ve gücünü korumaktı. Bu sebeple yeni silah tasarımına gitti. 12 inçlik silahları 13, 13.5, 14 ve sonunda büyük 15 inçlik silahlar izledi. Paranoya yeni paranoyalar üretir oldu.
Almanlar gizlice Schlieffen Planını uygulamaya koydular. Bu planla Fransa’yı ele geçirmek ve Belçika ile Hollanda’yı alttan fethetmek amaçlanıyordu. Diğer akıllıca bir fikir olarak, Wilhelm Hollanda’nın istila edilmemesini ve böylece İngilizleri fazlaca karşılarına almamayı düşündü. Böylece Belçika geçilmiş olacak, Hollanda istila edilmeyecek, Alman ordusu kilit noktalardaki Belçika kalelerinde tutulacak ve doğrudan kuzeye gidip engellerle karşılaşılmamış olacaktı.
Bu plan sonunda uygulamaya geçti. Sonraki bölümde ayrıntılarıyla açıklanacağı gibi, sömürgeler birer birer düştü ve Belçika Almanlar tarafından ele geçirildi. İngiliz donanması Alman Çıkartmasını önleme amacıyla belli noktalara yığınak yaptı. Belçika limanlarının ele geçirilmesi ile Almanlar ve İngilizler arasındaki bir savaş kaçınılmaz hale gelmişti.
Daha sonraki dört yıl içinde Alman donanması ciddi tek bir çıkartma yaptı. Herkesin yumurtası sepetinde durduğu için, iki taraf da ölümcül bir savaşa girmeyi yeğlemedi. Fakat 1916’da Alman donanması İngilizleri Tutland sahillerinden püskürttü. Bu, ablukayı kırma hareketinin başlangıcıydı.
Savaşın sonunda Almanlar en azından taktik bir zafer elde etmiş oldular. Batırdıkları gemi sayısı daha fazlaydı, fakat stratejik bir hata olarak Baltık’a geri çekildiler ve saldırgan bir güç olmadılar. Öte yandan bu durum İngilizleri savaşa girmeye zorladı. Aynı zamanda donanmasına yatırım yapan diğer bir ülke olan ABD de savaşa girmeyi düşünmeye başlıyordu.
Alman İmparatoru Mahan’ın kitabındaki püf noktasını anlayamamıştı: Bir donanma kurduğunuzda sadece bir güç olarak algılanmakla kalmıyordunuz, aynı zamanda bir tehdit olarak da görülüyordunuz. Almanların 1918’de yenilmesiyle birlikte, İngilizler paranoya halinde Alman donanmasını kuşatmak ve ona el koymak niyetinde idiler. Böylece tarihinde ilk kez Almanlar donanmalarını İngiliz sularına göndermiş oldular.
Donanma İskoçya sahillerine İngiliz kontrolünde ulaştı. Büyük harcamalar, hatalı bir politika, imparatorluğun çöküşünü getirdi... Almanlar son bir çabayla İngilizlerden gemilerini kaçırdılar. Sembolik de olsa yaptıkları tek akıllıca hareket buydu.
 
1.DÜNYA SAVAŞINA YOL AÇAN ŞOFÖR
Arşidükün Otomobili Yanlış Yola Girince 1914, Saraybosna
 
Yirmi yıl süren düşüşün ardından, İngiltere, Prusya, Avusturya, Rusya ve yeniden monarşiye dönen Fransa imparatorları yeni bir gücün yükselişine hiç de sıcak bakmıyorlardı. Fakat belki de 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında bu devletler arasındaki anlaşma çabaları hiç de akıllıca değildi. Habsburg veliahdının Saraybosna ziyareti göz önüne alındığında, felaketin ayak seslerini duymak hiç de zor değildi,
Napolyon savaşlarından sonra 1815’te Viyana’da toplanan büyük devletler, "güçler dengesi" kavramını ortaya attılar. Sürekli ittifaklar önlenmeliydi. En iyi olan ise pragmatik bir yaklaşım ile güçleri dengelemekti. Tek bir devletin süper güç olmasına karşı güç birliğine gidilmesi kararlaştırıldı. Bundan sonraki seksen yıl boyunca savaşlar oldu.
Fransa ve İngiltere’yi Rusya ile karşı karşıya getiren Kırım sorunu, Fransa ve Avusturya arasındaki 1859 sorunu, 1860’lardaki Almanya’nın birleşme ve devletleşme savaşları... Bu sorunların hiçbiri Viyana’daki kararları doğrulayıcı olarak evrensel bir soruna dönüşmedi.
Bu dengeleri ilk bozan olaylar 1870-1871 Fransa-Prusya savaşı ile başlayan Almanya’daki birleşme savaşları oldu. Napolyon savaşlarından utanç verici yenilgilerle ayrılan Prusya, kuzey Almanya’daki küçük ve ayrı devletleri birleştirip, Prusya krallığına bağlı tek bir devlet haline getirmeyi planladı. Bu plan son derece zekice yola koyuldu. Planı uygulayan, belki de Avrupa’nın 19. yüzyıldaki en büyük devlet adamı ve modern Alman devletinin kurucusu olan Otto von Bismarck idi.
Bu yeni devletin ortaya çıkışı Fransa’ya pahalıya mal oldu. 1870-1871 savaşlarında Alsas ve Loren’i yeni devlete kaptırdılar.
Bismarck diplomatik açıdan zor bir dönemece girmişti. Viyana Konferansında ortaya çıkan prensipleri tamamıyla benimsiyordu. Fakat hiçbir zaman Fransa ile dengeli ve eşitlikçi bir ilişki içinde olamayacağının farkındaydı. Fransa ilk fırsatta kaybettiği toprakları geri almak isteyecek ve yeni kurulan Almanya’yı Ren nehrinin doğusuna geri püskürtmeye çalışacaktı. Bunu yaparken de dünya barışı için ne denli büyük bir tehdit oluşturduğunu düşünmeyecekti bile. Bu değerlendirmeler ışığında Bismarck dış politikada üç prensip oluşturdu.
Birincisi, hiçbir zaman Rusya ile karşı karşıya gelmemekti. 1750’lerde Prusya, Rusya ve Fransa’yı karşısına aldığında, bütün ülke yerle bir olmuştu. İkinci prensip ise, her ne kadar Germen asıllı bir ülke de olsa, Avusturya ile çok yakın ilişkiye girmemekti. Çünkü Avusturya ve Rusya Balkanlarda her zaman düşman olmuşlardı. Ayrıca Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun içinde yaşayan değişik ırktan birçok topluluk birbirine düşmek üzereydi.
Son prensip ise İngiltere ile iyi geçinmekti. İngiltere ile hep ticari alanlarda ortak olmuşlardı. Aynı zamanda ortak kültüre sahiplerdi. Fransa’ya karşı duruşları da benzeşiyordu. Viyana Konferansı denizlerdeki hakimiyeti İngilizlere vermişti ama tüm ülkelere de denizlere açılma konusunda hiçbir sınırlama getirmemişti. Bu sebeple, İngiltere ile zıtlaşmak hiç de akıllıca görünmüyordu.
Bu şekilde yirmi yıl geçti. Alman donanması küçük kalmayı sürdürdü, sadece kıyılarını koruyabilecek güçteydi. Rusya ile karşılıklı yardım anlaşmasına varıldı. Buna göre iki ülke endüstrileşmek ve dost kalmak için birbirine yardım edecekti. Avusturya ile de mesafeli bir ilişki korundu. Bu dengeler II. Wilhelm’in Prusya tahtına çıkışıyla birlikte sona erdi.
Wilhelm dış politikada prensipleri olan biriydi. Fakat çevresindekiler genç Almanlardan oluşan yeni bir nesildi. Çevresindekilerin düşünceleri milliyetçilik ve "ırksal kıskançlık" üzerinde şekillenmekteydi. Almanya’nın "güneşe çıkması"nın zamanının artık geldiğini düşündüler. 18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere, Fransa, Belçika ve Hollanda tüm Batı Avrupa’dan daha fazla toprak kazanmıştı. Almanya ulusal gururu gereği kendi payına düşeni almak istiyordu.
Rusya ve Avusturya ile ilgili tutumları değişti. Rusya bir devdi ve daha da büyümesi için bu ülkeye yardım göndermenin anlamı yoktu. Öte yanda Avusturya vardı. Ulusal kimlikler sebebiyle Avusturya’da 19. yüzyılda karışıklıklar baş göstermişti. Avusturyalılar Almanların gerçek kardeşleri idiler. Öyle ki Fransa’ya karşı işbirliğine gitmek durumunda kalmak küçük düşürücüydü.
Wilhelm zamanın geldiğini düşündü ve tahta geçer geçmez yola koyuldu. Birkaç sene içinde yaşlı Bismarck aradan çekildi. Rusya ile olan yardım anlaşması yürürlükten kaldırıldı. Alman donanmasının yeniden yapılanma programı başlatıldı. Afrika’daki bazı bölgelerde ve Pasifik’teki bazı adalarda kolonileşme çabalarına girişildi. Avusturya ile daha yakın bir ilişkiye geçildi. Wilhelm’in yaptıkları milliyetçi Almanlar arasında da heyecanla karşılandı ve desteklendi.
1907’de Wilhelm, Rusya’yı, Avusturya’nın Bosna’yı almasına ve Balkanlardaki ilerlemesine karşı gelmekle eleştirdi. İstanbul’u ele geçirmeye uğraştığı için de Rusları yerden yere vurdu. Tüm okyanuslarda bayrağını dalgalandırmak ve İngiltere ile başa baş hale gelmek için donanmayı güçlendirmeye devam etti. 1905’te İngiliz donanması Fransa ile olabilecek bir savaşı düşünmekten vazgeçerek Kuzey Denizi’ne yöneldi ve orada Almanya’ya karşı bir tatbikata girişti. Fakat Almanlar gidişattan ve donanmalarının güçlenmesinden son derece memnundular.
1910’da sömürgeler kurdular. Mevcut dengeleri bozmaktan hiç çekinmediler. Fransa otuz yıl önce kaybettiği yerler yüzünden intikam hırsıyla Rusya ile gizli anlaşmalar yaptı. Rusya da Sırbistan ile pakt kurdu. Almanya gizlice Avusturya’ya "istediğin gibi hareket et ve ilerle, daima arkanda bizi bulacaksın" mesajı gönderdi. İngilizler, Hollanda ve Belçika ile ortak hareket edeceklerini, Kuzey Denizi’nin güneyindeki sahillere inmeyi deneyecek her gücün karşılarında kendilerini bulacağını deklare ettiler.
Japonya bile sahneye çıktı, İngilizlerle ortak pakta girdi ve Pasifik’teki İngiliz çıkarlarını koruyacağını açıkladı. Bundan sonra beklenen tek şey, bir sömürgeyi düşürme girişimiydi.
Bu şekilde 1914 Saraybosna ziyaretine gelindi. Bu ziyaretin arkasındaki mantık hiçbir zaman bilinemedi. Yedi yıl öncesinde Avusturya, Bosna ve Hersek’i Osmanlı İmparatorluğundan savaşmaksızın almıştı. Bu bölgede, günümüzde de olduğu gibi, birçok etnik grup yaşamaktaydı: Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Arnavutlar ve Bosnalı Müslümanlar. Küçük Sırp ülkesi doğudaki komşularıydı. Eski Osmanlı sisteminden çıkan Sırplar, bağımsızlık kazandılar ve Ortodoks- Slav dostları Prusya’dan destek istediler. Rusya zaten Avusturya’nın yayılmasına karşı Sırpları kullanmaya dünden razıydı.
Sırbistan’da da değişiklikler göze çarpıyordu. Kendi içlerindeki radikal gruplar, ("Karakol Hareketi” gibi) Balkanları yöneten hanedanın eskiden beri Sırplardan geldiğine inanıyorlardı. Bu duruma rağmen, Avusturyalılar bu küçük Sırp ülkesini ele geçirmeye karar verdiler. Bunu kendi içlerindeki etnik farklılıklara aldırmadan gerçekleştirme yoluna gittiler. Ordularında bile birkaç değişik dil ve diyalekt konuşuluyordu ve şimdi buna yeni bir karışıklığı katma yolundaydılar.
Eski imparator, Franz Josef yarım yüzyıldan daha fazla süredir tahtını koruyordu. Artık dokunulmazlık kazanmış bile sayılabilirdi. Kıvılcımı ateşleyen ise onun varisi Arşidük Ferdinand oldu. Ferdinand, Saraybosna’yı ziyaret etmeyi planlamıştı.
Ülkenin istihbarat birimleri Bosna’daki Sırp terörist grupların bir suikast hazırlığı içinde olabileceğine dair duyumlar almışlardı. Fakat bir şekilde bu duyumlardan Ferdinand’ın hiç haberi olmadı. Bazıları Ferdinand’ın uyarılmamasının nedenini ona yapılacak bir suikast sonucu Sırplara savaş açabilmenin mazereti olarak gösterirler.
Saraybosna’ya trenle gelen Ferdinand ve eşi, üstü açık bir arabayla şehir merkezine doğru yola çıktılar. Karakol hareketine mensup teröristler gerçekten de pusu kurmuşlardı. Arabanın izleyeceği yolun haritasını elde etmişler ve aralarında işbölümü yapmışlardı. Her grup görev yapacağı yerde konuşlanmıştı. Konvoy şehir merkezine yaklaştığında, içlerinden biri bombanın pimini çekti ve konvoya doğru fırlattı... fakat yanlış arabaya.
Bomba patladı, konvoydakilerden bazıları ile kimi gözlemciler yaralandılar. Ferdinand turun devam etmesi için ısrar etti. Konvoy şehir merkezine girdiğinde, teröristlerden biri, Princeps, yanlış bir yerde beklemekteydi, çünkü kendisine yanlış bilgi vermişlerdi. Boş bir caddenin köşesinde bekliyordu, bu caddeye konvoyun uğraması planlanmamıştı bile.
Ferdinand şehir meydanında konuşma yaptı, halkı selamladı ve programını tamamladı. Ferdinand’ın şoförü yolu karıştırdı ve yanlış bir sokağa girdi. Hatasını anlayınca bir an için durdu ve geri dönmeye karar verdi. Princeps kurbanının birkaç metre ilerisinde olduğunu gördü. Silahını Ferdinand ve eşinin üzerine doğrulttu ve tüm mermileri boşalttı.
Ve böylece yirmi yıllık bekleyiş çatışmaya dönüşmüştü. Avusturya, Sırbistan’a savaş açmak için artık mazerete sahipti. Planlı olup olmadığı hiçbir zaman bilinmeyecek olsa da, Ferdinand suikastın ardından ülkesine götürüldü ve üçüncü sınıf bir cenaze töreniyle gömüldü. Savaşın başlatılması için feda edilmiş biri gibiydi.
Sırbistan, Rusya’dan Pan-Slav dayanışması adına destek istedi. Rusya işe karıştı ve Avusturya, Almanların "arkandayız" mesajını hatırlatarak yardım istedi. Almanya işe karıştı ve Rusların geri çekilmesi için müdahale etti. Wilhelm, Ruslardan para musluklarını kesince Fransızlar derhal Ruslarla ittifak içine girmişlerdi.Almanya, Fransa’nın Rusya ile birlikte hareket edeceğini bildiğinden Fransa’ya saldırdı. Bunun için de Belçika’dan geçmek zorundaydı, ama böylece İngilizlerin de savaşa girmesine neden oluyordu. Sağduyu sahibi tek ülke, en azından bir süre için, İtalya’ydı. Avusturya ile ittifakı vardı ve bir yıl sonra savaşa katıldı.
Yirminci yüzyılın başında dış politikadaki yüksek ideal ve arzular, onlarca milyon insanın hayatına mal olurken, Avusturya, Rusya ve Almanya gibi devlerin çöküşüne, komünizm, faşizm, II. Dünya Savaşı, Soğuk Savaş ve nükleer silahlanma yansına zemin hazırladı.
 
SAATLER, İSTİRİDYE VE POLİTİKA ÜZERİNE
Pollen Saati ve İngilizlerin İsabetli Atışları I.Dünya Savaşı, İngiltere
 
Peri masallarından ve aşk romanlarından farklı olarak, teknoloji tarihinde, özellikle askeri teknoloji tarihinde, her zaman iyi adamın kaybettiği senaryo tekrarlanır.
19. yüzyılda donanma teknolojisi üç önemli icatla büyük bir sıçrama gerçekleştirdi. Buhar gücüyle çalışan gemiler, keresteden yapılmış gemileri kullanılmaz hale getiren ateşli silahlar, ağır kalibreli silahlara karşı demir ve çelikten yapılan zırhlar. Artık gücün yeni ölçüsü silah kalibreleri, gemi zırhlarının kalınlığı, gemiyi hareket ettirecek motorun gücü ve geminin ulaşabileceği en büyük hızdı.
İngiliz Kraliyet Donanmasına giren ve ilk seferlerini ahşap bir gemide yapan denizciler kariyerlerine son noktayı benzin ateşlemeli buhar tribünleri olan gemilerde koyuyordu. Bu tür gemiler Birleşik Devletler donanmasından yeni emekliye ayrılmış gemilere çok benziyordu. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başları donanma savaş araçları tarihi açısından en heyecan verici dönemdi.
Buhar teknolojisinin uygulanmasına sıra geldiğinde işin içindeki herkes gemi dizaynındaki teknoloji, taktik ve stratejik değişiklikleri kavramıştı. Rüzgar, artık görüş mesafesi ya da çatışmalardan çıkan dumanların ne tarafa gideceği konusu dışında anlamsızdı. Mühendislik tam bir uzmanlık alanı haline gelmişti.
Artık stratejik kaygılardan biri uzaklarda tam donanımlı üslere sahip olmaktı. Yirminci yüzyılın başlarından itibaren bu üsler Ortadoğu’daki petrol akışının kontrolü açısından daha da önemli hale geldi.
Bu yoğunlaşmanın odak noktası yeni tasarımlar ve değişikliklerdi ancak kimsenin aklına silahların hedeflerini tutturma konusunda isabetlerini artırmak için çalışma yapmak gelmiyordu. Uzun zamandan beri bu iş ilkel bir biçimde yapılıyordu. Ateş açılacak alan belirlenir, mesafeyi gözünüzle ayarlarsınız, ateş emrinin zamanlamasını hesaplar ve ateş edersiniz.
Amerikan İç Savaşı’nda iki tarafın gemilerinde de dört-beş mil uzaklığa atış yapabilen silahları vardı. Ancak bütün çatışmalar çeyrek mil ya da daha kısa mesafeden yapılıyordu. Silahlar kolayca dönemeyecek, uzak mesafeye ayarlanamayacak kadar hantaldı. Birkaç teorisyen oturup ABD’nin İspanyol Pasifik Filosunu yendiği 1898’deki Manila Savaşı’nın sonuçlarını gözden geçirdi. İspanyollar çatışma boyunca limanda demirli kalmışlardı. Karşılıklı birkaç mil öteden ateş açılmıştı, binlerce atış yapıldı ancak bunların sadece yüzde üç kadarı isabetliydi.
Bu silahların menzilleri ve güçlerine karşın isabetli olmamaları, hedefi bulmalarım güçlendirecek bir teknolojinin gereğini doğurdu. 15, 20 hatta 25 santimlik modern bir silahın 100 metre ilerideki bir hedefe isabet kaydetmesi kolaydı. Bu şekilde 18. yüzyıldan kalma silahlar bile hedefi tuttururdu. Deniz sakinse yüz metreden hedefi vurmak da mümkündü. Çeyrek mil, yani 400 metre uzaklıktan ise hafifçe sallanan bir geminin güvertesinden açılacak ateş pek isabetli olmazdı.
Bir mil, 1600 metre uzaklıktan hedef tutturmak zor olurdu, on mile çıkıldığında ise kör atış yapmak zorunda kalırdınız. İsabet büyük bir şans eseri idi. Modern silahların, on iki hatta on beş millik bir menzile kadar çıkabildiği, ancak isabeti garantileyen bir mekanizmanın olmaması hayli can sıkıcıydı.
Teorisyenler ise şaşırtıcı bir sonuca varmıştı. Bir geminin zırhına, silahlarına, motorlarına ne kadar para harcanırsa harcansın, eğer bir rakip uzak mesafelerden isabetli atış yapmanın teknolojik sırrını çözebilirse, karşı taraf o günün şartlarında isabetli atış yapacak yakınlığa ulaşamadan imha edilmiş olacaktı. Bu tez, Japonların Çarlık Rusya’sının donanmasını 1905’de Tsuşima’da yendiğinde doğrulanmış oldu.
Rus gemilerinin bazıları teknik açıdan Japon gemilerinden daha üstündü. Ancak ayrıntılı bir çalışmayla Japonlar basit ama etkili bir hedef tutturma sistemi geliştirmişti. Gelişmiş optik malzemelerle Rus gemilerinin uzaklıklarını ölçebiliyor ve ilkel bir atış tablosuyla silahları hangi şiddetle ateşlemeleri gerektiğini hesaplıyorlardı.
Japonlar aşağı yukarı altı millik mesafeden isabetli atışlar yapmıştı ve bu mesafe o zaman için dikkate değerdi. Ama yine de sonuçta rakiplerinin işini tamamen bitirmek için onların menzili içine girmek zorunda kaldılar. Ancak Ruslar sekiz milden isabetli atış yapacak donanıma sahip olsaydı...
Burada sahneye Arthur Hungerford Pollen çıkar. Arthur teknik konuda bir dahiydi. Linotype şirketinin yönetim kurulu başkanının kızıyla evlenmişti. Linotype İngiltere’nin önde gelen matbaa malzemeleri üreticisiydi. 1900 yılında Arthur bir arayış içine girdi. Linotype’ın ürettiği makineler insanlığın yaptığı en karışık endüstriyel cihazdı. Binlerce parçadan oluşuyordu. Kaynayan kurşun üreten elektrikli bir ocağa bağlı yüzlerce tuşlu bir daktilo gibiydi. Kurşun, harfleri oluşturmak üzere kalıplara dökülüyordu. Mekanik olarak plakalara yerleştiriliyor, bunlar da kağıda baskı yapıyordu.
Pollen 1900 yılının Şubat ayında kısa bir tatil yapmak üzere Malta’daki amcasını ziyarete gitti. Adaya kraliyet donanmasında hizmet veren bir kuzeninin gemisiyle gidiyordu. Pollen’e kuzeninin gemisini inceleme olanağı verildi. Bu, hafif bir seyir gemisiydi. Pollen geminin hedef talimini izledi ve çok etkilendi.
Köprüde durup geminin 12-15 cm. çaplı silahlarından çıkan mermileri 1.350 metre öteye ulaşmasını izledi. Ne rastlantıdır ki, Arthur aynı gün Times gazetesinde İngiliz donanmasının 12 cm. çaplı silahları söküp Boer saflarında 7.200 metrelik mesafelerde kullanılmak üzere Güney Afrika’ya gönderileceğini öğrendi.
Sıradan bir vatandaş olarak bu silahların nasıl olup da denizde sadece 1.350 karada ise 7.200 metrelik menzilleri olduğunu sordu. Şüphe yok ki aldığı yanıt gülümsemeler ve kafa sallamalarla söylenen, "Biliyorsunuz, denizde bazı zorluklar vardır" olmuştu. Pollen o gün, donanması için dünyanın en iyi nişan alma sistemini geliştirmeye karar verdi.İyi fikirlere her zaman ihtiyaç vardır ama bu seferki Arthur’un tüm yaşamını mahvetti.
İngiltere’ye döner dönmez kayınpederini hedef kontrol sistemi araştırma ve geliştirme programı başlatmanın vatanlarına karşı bir görev olduğu ve işler yolunda giderse iyi de para kazanacaklarına ikna etti. Arthur Linotype makinelerinin kusursuzluğu ve karışıklığını göz önüne alıp, bu işi becerebileceklerini düşünüyordu.
Sonra, mekanik olarak çözmeye çalışacakları bir hipotez sorusu ortaya attı. Soru, birbirine dokuz bin metre uzaklıkta, tam hızla birbirine yaklaşan ve birbirlerine bin üç yüz elli metre uzaklıktan geçecek olan iki gemi üzerine kuruluydu. Bu yaklaşma sırasında ve iki gemi birbirinin yanından geçtikten sonra, on beş santim çaplı bir silahla sürekli isabetli atışlar yapmak için nasıl bir hesaplama yapmak gerekliydi?
İlk atışta merminin hedefe ulaşma süresi otuz saniye olacaktı. Silah tekrar yüklenene kadar geçen sürede ise iki gemi birbirine 800 metre kadar daha yaklaşacaktı. Her atışta uzaklık değiştiği için yeni hesaplamalar gerekecekti. Dahası gemiler birbirine sabit bir hızda yaklaşıyor olmayacaktı. Aslında iki gemi arasındaki uzaklığın değişme oranı bir değişkendi, çünkü iki gemi arasındaki açı da sabit kalmıyordu.
Rüzgarın hızından başka, nem oranı, barometrik basınç, hava basıncı, atmosferdeki yoğunluk değişimleri, silahın namlusunun ısıyla genleşme oranı, silahtan ayrılan merminin momentumu gibi bir sürü etken de bu hesaplamayı etkileyecekti. İlk başta hesaba katılmamasına rağmen dünyanın kendi etrafında dönüşü bile, eğer hedef farklı bir boylamdaysa merminin düşeceği yeri etkileyecekti.
O zamanın teknolojik imkanlarıyla bu işin altından kalkılması mümkün değil gibi görünüyordu ki, gerçekten de öyleydi. Bir grup matematikçi geminin güvertesinde oturmuş, her biri ayrı bir değişkeni hesaplarken, hedef gemi çoktan geçip gitmiş ve vardığı limanda tayfasına gece izni bile vermiş olurdu.
Ama inatçı Arthur Pollen kolay yılacak biri değildi. Buna verilecek teknik yanıt bir hesap makinesi yapmaktı. Bu makine gözlemle girilecek görsel dataları değerlendirip sonucu vermeliydi. Sonraki aşama ateş edecek geminin pozisyonu ve yönünün, ayrıca sıcaklık gibi değişkenlerin bu verilere eklenmesi olacaktı.
Bu işleri yapacak makine, Pollen’in verdiği isimle Saat tüm çarklarıyla çalışıp silahların hedeflenmesi konusunda hızlı bir senaryo çıkarıyordu ve alet silahı otomatik olarak ateşliyordu. Gözetleyicilerden gelen verilerle ayarlamalar yapılacak, sonunda her şey hazır olacaktı. Bir önceki atışın isabetine göre Saat yeni hesaplamalarını yapacaktı. Bu sağlandıktan sonra sistem, silahın ateş edebileceği kadar kısa süre içinde otomatik olarak ateş edecekti.
1904’te Pollen temel bir tasarım yapmıştı. Kuzeni, Arthur’a böyle bir şeye giriştiği için çıldırmış olması gerektiğini söylemişti. Dediği gerçekleşiyordu. Pollen bu fikri donanmaya götürüp bir gemide denenmesini istediğinde pek de hoş karşılanmamıştı. Hala otuzlarında olan genç bir adamdı, denizle ilgili tüm deneyimi sadece bir günlük bir yolculuktu ve doğrudan söylenmese de bir Katolikti. Majestelerinin filosunu destekleyen zenginlerin dahil olduğu sosyal çevrenin çok dışındaydı.
Pollen amirallerin incelemesi için gemilerde kullanılan silahlardaki isabetli atış sorununu, bu soruna bulduğu çözümü anlatan belgeler hazırladı. Ancak bunların işe yaraması ihtimali yoktu, çünkü bu belgeler amirallerin anlamayacağı kadar karışıktı. Pollen deli bir bilgin gibi görülmeye başlamıştı. Su altında giden gemiler, üzerlerinden kalkan uçaklarla öteki gemileri batırabilen savaş gemileri, radyo dalgalarıyla yönlendirilebilen roketler gibi çılgınca projeleri vardı.
Pollen sonunda donanma komutanıyla görüşmeyi başardı. Bu adam Pollen’i büyük bir hoşgörüyle dinledi ve icadını deneyebilmesi için birkaç gemiyi kullanmasına izin verdi. İlk sonuçlardan o kadar etkilendi ki, bu icadın incelenmesi için resmi bir kurul oluşturdu. Pollen’in donanmayı dahiyane fikrini kullanmaya ikna etmesi çabası başarıya ulaşmıştı. Sonra ortaya Majestelerinin donanmasından Teğmen Frederic Dreyer çıktı.
Bunun gibi hikayelerde mutlaka bir Dreyer olur.
Dreyer, Pollen’in Saat’inin her detayını inceledi. Karışık iç parçaları bile incelemesine izin verildi. Dreyer notlar aldı, Pollen’le arkadaşlık etti, onu yemeğe çıkardı ve sistemin bir kopyasını yaptı. Ancak Dreyer’ın kopyası başarısız oldu. Pollen’in sistemi, transistörleri bırakın, vakum tüplerinin bulunmasından bile önce yapılmıştı.
Linotype mühendisi bir nişan alma uzmanına dönüşmüştü ve mekanik cihazının kusursuz sonuçlar alabilmesi gerekiyordu. Bu kusursuzluk birazcık zarar görürse, tüm hesaplar boşa giderdi. John Harrison da yüz elli yıl önce ilk kronometreyi icat ederken santimetrenin on binde biri kadar hassaslıkla ayarlar yapmak zorunda kalmıştı. Dreyer’ın yaptığı kopyanın başarısızlığı muhtemelen orijinalinin ince hesaplarından yoksun olmasıydı.
Dahası, Dreyer gizliden gizliye, Saat’in üretimini yapmak için bir şirket kurmuştu. Öyle belgeler hazırlamıştı ki, uzun süredir bu iş üzerinde araştırma yapıyormuş gibi görünüyordu. Sonraki yıl Dreyer, Pollen’e cihazının denenmesi için yardımcı olurken, kendi sistemini de başka bir gemiye yerleştirmiş aynı zamanda bir deneme yapıyordu.
Dreyer’ın çevirdiği oyunlar sonucu Pollen’in testi başarısız oldu. Test daha yarısına gelmeden donanmanın adamları, Pollen’in verdiği sözleri gerçekleştiremediğini ilan etti. O sıralarda testi yapılan Dreyer’ın saati ise Arthur’un cihazından daha üstün bir performans göstermişti. Ancak önemli bir ayrıntı vardı; deneme sırasında Kraliyet Donanması’ndan bir görevli olarak Dreyer’in orada bulunması gerekiyordu ve deneme gerçekten sona ermeden bitmesi için emir veren grubun da içindeydi.
Donanma için çalışan birinin hem o denemeye rakip olması, hem de seçici kurulda bulunması etik açıdan pek sorun yaratmamıştı. Aslında günümüzün bazı politikacılarının da böyle bir durum pek umurlarında olmazdı.
Uygun raporlar sunuldu, Pollen’in projesinden vazgeçildi. Dreyer donanmayla bir anlaşma imzaladı. Araştırmalara ilk kendisinin başladığını belgelerle ispat eden Dreyer’e Saat’in patenti verildi. Gerçekler hasır altı edilmişti. İyi fikirler işte böyle devlet anlaşmalarına dönüşüyordu.
Hikayenin daha da trajik olan bir yönü var. Zavallı Arthur sessiz kalmayı reddetti. Çizim masasının başına oturdu ve Dreyer’ın modelinden çok daha üstün bir tasarımla ortaya çıkmaya karar verdi. Birkaç yıl boyunca gizliden gizliye yeni tasarımı üzerinde çalışıp Dreyer’la savaşmaya çalıştı. Ne yazık ki, Pollen kendine bir müttefik bulmuştu ve bu müttefik Amiral Charles Beresford’tu. Beresford karizmatik biriydi ve aynı zamanda donanmanın başı Bobbie Fisher’a da düşmandı. Ancak Beresford iyi bir müttefik değildi.
Nihayet 1909’un sonlarında Beresford’un yardımlarıyla Pollen’in eline ikinci bir şans geçti. Ama artık tüm donanma Dreyer sistemlerini kullanıyordu. Pollen HMS Natal gemisine çıktı, malzemelerini yükledi ve cihazını yerleştirmeye başladı. Geminin kaptanı Frederick Ogilvy idi.
Sonunda Pollen’in karşısına dürüst ve makul bir adam çıkmıştı. Bu kaptanın tüm kaygısı, donanmasına ve ülkesine hizmet edebilmekti. Ogilvy, silahların teknik yanından çok etkilenen biri olduğundan Pollen’in makinesinin tüm detaylarını öğrendi. Amacı bu fikri çalmak değil, en iyi şekilde kullanabilmekti. Bu iki adam hemen arkadaş oldu ve İngiltere’nin denizlerdeki üstünlüğü amacında birleşti.
Deneme büyük bir başarıyla gerçekleşti. Pollen’in en son geliştirdiği Saat Dreyer’ın makinesinden daha üstündü. Limana döndüklerinde Ogilvy Pollen’e kayıtsız şartsız ve hayatta olduğu sürece destek vereceğine ve donanmanın ona karşı olan tutumunu değiştirmek için elinden geleni yapacağına söz verdi. Kader sanki önlerinde bir yol açmıyor, altı şeritli bir otoyol inşa ediyordu. Pollen’in cihazının deneme seferinden dönüldükten sonra Ogilvy, Fisher’in onu HMS Excellent’a tayin ettiğini öğrendi.
Excellent bir gemi değil, deniz silahları araştırmaları yapılan bir kara okuluydu. Excellent’ın başına geçen birinin deniz silahları konusunda donanmanın en yetkin kişisi olduğu düşünülürdü. Ogilvy kısa süre içinde Dreyer’ın donanmadan atılacağı ve Pollen’in alınacağı sözünü verdi. Hiçbir düşman, Pollen Saati taşıyan bir kraliyet gemisine saldırmaya cesaret edemeyecekti.
Uzun yolcuğunun mutlu sona ulaşmasından duyduğu heyecanla Pollen, Ogilvy ve subaylarına şampanya ve istiridye göndertti ve yeni haberleri beklemek üzere evine gitti. Birkaç gün sonra Ogilvy ve adamları apar topar hastaneye kaldırıldı. Pollen’in gönderdiği istiridyeler tifoluydu! Ogilvy bir ay içinde öldü. Pollen onu tek destekleyen adamı öldürmeyi başarmıştı.
Sonra Beresford karşıtı (aynı zamanda Pollen karşıtı, Dreyer destekçisi) bir subay Excellent’ın yönetimine geldi. Ogilvy’nin son raporu, resmi bir rapor hazırlamaya fırsat bulamadığından sadece notlar halindeydi ve dikkate alınmadı. Dreyer’ın çağın dehası olduğunu savunan karşıtları tarafından Pollen donanmadan uzaklaştırıldı.
Altı yıl sonra Kraliyet Donanması Jutland’de bir savaş yaptı. Savaş dokuz mil uzaklıktan başladı. Gemiler on dört mil uzaklıktan bile ateş edebiliyordu. İngilizler sürekli isabetsiz atışlar yapıyordu. Ama The Queen Mary adındaki gemide Pollen sistemleri bulunuyordu ve isabetli atışlar yapıyordu.
Donanma bu gemiyi savaştan önce dışarıdan satın almıştı. Açılış atışlarında üç ya da dört isabetli atış yapmıştı. Dreyer sistemleri taşıyan gemilerin ise en iyi skoru ikiydi. Ama ne yazık ki, bu olaydan sonra donanmadan hiçbir hareket gelmedi. Queen Mary isabet aldı ve battı. Savaşın karışıklığında Almanlar çekildi. İngilizlerin kaybı daha büyüktü. Savaş iki yıl daha sürecekti.
1925’de yıllar süren mahkeme savaşlarından sonra yaşlı ve yorgun Pollen sonunda Dreyer’in şirketinden patent hakları ihlali nedeniyle 30 bin sterlin aldı. Dreyer uzun ve verimli bir meslek yaşamından sonra ikinci amiral unvanıyla ödüllendirildi ve emekliye ayrıldı.
 
MAKİNELİ TÜFEĞİN CESARETLE SAVAŞI
Son Savaş, Belki de Sondan Bir Önceki 1914 İngiliz Keşif Gücü
 
Hızlı ateşlemeli silahlar on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru gelişmeye başlamıştı. Fransızlar 1870’de mitralyözle ve Birleşik Devletlerde Gatling kendi adıyla anılan tabancasıyla ortaya çıktı. Silahlar İngiliz ordusunun hemen dikkatini çekti ama bu silahlardan edinmede başarılı olamadılar. Bu başarısızlık I.  Dünya Savaşı’nda binlerce yaşama neden oldu.
1871’de İngiliz Savaş Dairesi tarafından yeni hızlı ateşlemeli silahların değerini belirlemek üzere bir komite oluşturuldu. Sonuçlar net ve kesindi; tarihte ilk kez insan gücünün yerine silahların ateş gücü konabilecekti. Bu vakte kadar silah sayısıyla asker sayısı eşitti. Savaş alanında kullanılabilen ve askerleri toplu olarak öldürebilen tek silah büyükçe toplardı. Önden doldurmalı toplar için bile bir düzine adam ve birçok at gerekiyordu. Mesaj tanı zamanında gelmişti ve ne kadar önemli olduğu çok açıktı. Birkaç savaşta ne kadar işe yaradıkları ortaya çıkmıştı. Ama tabii ki tamamen görmezden gelinmişti.
Makineli silahların kullanılmasına karşı çıkılmasının nedeni çok ikna ediciydi. Savaş Dairesinin bu konuda öne sürdüğü neden çok fazla mermi gidecek olmasıydı. Dahası, makineli silahların hareketli bir savaş için fazla ağır geldiği sonucuna ulaşılmıştı. (Custer’ı hatırlayın.)Fazla pahalı ve fazla karışık. En lanet neden ise makineli tüfeğin fazla savunmaya yönelik olduğuydu. Askerlerdeki "saldırgan asker ruhu"nu öldüreceğinden korkuluyordu. Tüm generaller bir askerin sahip olduğu erdemler arasında en üste bunu koyuyorlardı. Silah dairesi sorumlusu John Adye bu makineli tüfeklerin çok sınırlı bir kullanım alanı olduğunu savunuyordu ve ona göre pek yaygınlaşmayacaktı. Bu durumda ordu savaşta yanında götürebildiği sınırlı taşıma olanaklarını daha mantıklı şekilde değerlendirebilirdi.
Boer Savaşı gösterdi ki, iyi yerleştirilmiş askerler makineli tüfekleri olmadan da bir orduyu yenebilirdi. Makineli tüfeklerin savaşın kaderini nasıl değiştirebileceği sorusuyla uğraşmaktansa, o zaman kullanılan ateş gücünün makineli tüfekler kadar zarar verebileceği ve makineli tüfeklere gerek olmadığı sonucuna varıldı.
Sonra Rus-Japon savaşı başladı ve Japonlar Arthur limanı çevresinde mevzilenmiş Ruslara saldırdı. Rus tarafında çok miktarda makineli tüfek vardı. Bu da Savaş Dairesinin, makineli tüfeklerin savunmada bile savaşların kaderini belirlemediği fikrini pekiştirdi. Avrupalı güçlerin burada gözden kaçırdığı nokta Japonların verdiği büyük kayıptı. Japonlar bu savaşta kendini feda ederek saldırma yöntemi olan süngü savaşına bile sıcak bakmaya başlamışlardı.
Makineli tüfeklerin değerini anlayan subaylar da vardı. Ufku geniş yüzbaşı J. F. C. Fuller "Süzülme Taktikleri" adlı makalesinde 1914 Alman saldırı tekniklerini inanılmaz derecede doğru tahmin etmişti. Birinci Dünya Savaşı’nda saf cesaret ve süngü savaşı makineli tüfeklerin üstesinden gelmişti.
Loos’daki çatışmada İngiliz orduları dört koldan makineli tüfeklerle açılan yaylım ateşine doğru ilerlemiş ve askerlerin yüzde 80’i ölmüştü. Alman tarafı ise hiç kayıp vermemişti. Bu durum her şeyi açıkça ortaya koyuyordu. Ama İngilizler anlamamıştı. Bir yıl kadar sonra Sir Douglas Haig Savaş Dairesi’ne bir mektup yazıp "Makineli tüfekler abartılmış silahlardır. Her mangaya iki silah yeterlidir" dedi. Ancak eğitimlerde askerler süngülü makineli tüfek alımları için bastırdılar. Cesaretin ateş gücüne üstün gelebileceği fikri bir milyon askerin kaybından sonra giderek zayıflamaya başladı.
Cesaret bir asker için önemlidir ancak bunu mantık kurallarının üzerine çıkarmak ve eski tip tüfeklerle askerleri savaşa sokmak sadece ve sadece Birinci Dünya Savaşı’nda ateş hattının çok daha gerisinde durup emirler veren kumandanlara makul geliyordu.
 
TAHTINDAN FERAGAT EDİNCE CANINDAN DA OLDU
Çara Karşı Bolşevik Devrimi 1917, Moskova
 
"Yüzlerin ve hatta hükümet sisteminin bir bütün olarak değişmesi zorunludur... Ekselansları, sonuçlarım göremeyeceğimiz olayların arifesindeyiz... Her şey öyle gösteriyor ki, en tehlikeli yolu seçtiniz: Duma’yı dağıtmak... Şuna eminim ki, üç haftadan daha kısa bir süre içinde bir devrim gerçekleşecek ve her şey yerle bir olacak. Siz de yönetimi kaybedeceksiniz."
Rusya’da devrim zamanı geldiğinde ülke savaş ve ekonomik zorluklar yüzünden oldukça umutsuzdu. Çar II. Nikola’nın danışmanlarına göre yönetimi Duma’ya bırakmalıydı. Eğer "Diktatör Çar" (Bolşevikler böyle görüyordu) yönetimden alınırsa, halk meclisi Duma yönetimi ele alıp Bolşeviklerin isyan için öne sürdükleri nedenleri ortadan kaldırabilecekti.
Ancak Nikola kendini hiç de demir yumruklu bir diktatör gibi görmüyordu. 1905’de Batı’dan gelen liberal seslere kulak verdi ve halkın seçtiği bir parlamento olan Duma’yı kurdu. Böylece kendi yetkileri azalmıştı. Muhalif politik partiler ve sendikaların kurulması da yasallaştı. Böylece Rusya’nın bu dönemi rahat atlatacağını düşünmüştü.
1917 Şubatına gelindiğinde ekmek kıtlığı, grevler, lokavtlar ve gösteriler herkesin Rusya’nın anarşi uçurumunun kenarında olduğunu düşünmesine yol açıyordu. Ordunun başındakiler iki seçenekleri olduğunu gördü; ya halkın üzerine asker gönderilecek ve ayaklananlar bastırılacaktı ya da Duma ile işbirliği içinde politik bir çözüm bulunacaktı. İkinci alternatifi kullandılar ve Duma da kendine göre bir çözüm önerdi.
Çarın tahttan inmesini ve tüm yetkinin Duma’ya verilmesini teklif ettiler. Bunun isyanı engelleyeceğini söylüyorlardı.
Teklif Nikola’ya ulaştırıldı. Nikola önce buna karşı çıkıp, Duma’yı dağıtmakla tehdit ettiyse de, olayı onların açısından görmesi sağlandı. Kendinde ve oğlunda olan yönetim hakkından feragat ettiğini açıkladı. Böylece Rusya’da Romanov hanedanı son bulmuş oluyordu.
Nikola tüm aile üyeleriyle buluştu ve ev hapsine alındı. Duma yönetimi Çarın güvenliği konusunda garanti vermişti. Rusya artık bir monarşi değildi, ayrıca Duma dağılmış ve yerine, orduyla işbirliği içinde bir ihtilal planı hazırlamış eski Duma üyelerinden oluşan bir meclis gelmişti. Karşılarına çıkacak kimse kalmamıştı... Bolşeviklerden başka. Ancak onlar da lidersiz ve Örgütsüzdü.
Duma birkaç kritik hata yaptı. Kısa bir süre sonra da bu hatalarının cezasını çekmeye başladılar.
İlk olarak, kendi güdümlerindeki basının yazdıklarına gerçekten de inanmaya başladılar. Kendilerinin halkın meclisi olduğuna inandılar, dahası halkın da böyle düşündüğünü sandılar.
İkinci olarak, gerçekten de Rusya’nın öteki Avrupa devletleri gibi bir anayasa devleti olması gerektiğine inanıyorlardı. Gerçekte Çarın yönetimindeki Rusya acı çekiyordu. I. Nikola ve Büyük Petro gibi geçmişteki Çarlar büyük adamlardı ancak Çarın yönetiminde köylülerin şikayetleri büyüktü. Başka seçenekleri olmadığından katlanıyorlardı. Yıllarca süren monarşi döneminde insanların toplumsal statüleri olduğu gibi kalmıştı. Çar olmadan her şey havada kalacak gibiydi. İnsanlar boyun eğecek bir otoriteye alışmıştı.
Üçüncüsü ve en önemlisi ise, Duma üyelerinin belirli bir planı olmamasıydı. İktidara sahiptiler ama bununla ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Sonuç olarak Bolşevikler de bu durumdan yararlanmaya hazırdı. Aynı yılın Nisan ayında Lenin Rusya’ya döndü, Ekim ayında da içeride hükümetin toplantı yapmakta olduğu Kışlık Saray’ın etrafı sarılarak yönetim Bolşeviklere devredildi. Duma’nın bulduğu çözüm geçici olarak iyi bir çözümdü, ancak altı aydan kısa bir süre içinde, bu fikrin uzun vadede ölümcül sonuçları ortaya çıktı.
II. Nikola yetkilerini bırakmış, Rusya’daki Romanov hanedanı son bulmuş, kendilerine güvenliklerinin sağlanacağı sözü verilmişti. Ancak Rusya, sosyalist bir devlet olacak Sovyetler Birliği haline gelme yolunda ilerliyordu. Tahtı bırakarak engellemeye çalıştığı ihtilal tüm gücüyle geliyordu ve daha önce verilen hiçbir garanti de işe yaramayacaktı.
Nikola ve ailesi önce Sibirya’ya sonra da Ural dağları bölgesine gönderildi. Sürekli ev hapsinde tutuluyorlardı. Tahtı bırakmasından sonra Çar hep baskı altındaydı.
Ailesinin güvenliği de tehlikedeydi. 1918 Temmuzunda bir emir geldi ve Nikola ailesi ile birlikte idam edildi.
 
NEYE NİYET NEYE KISMET
Sınırsız Denizaltı Savaşı 1917, Almanya
 
Almanların verimliliği meşhurdur. İş, organizasyona geldiğinde insan kaynaklarının kullanımı konusundaki yaratıcılıklarında kusursuz ve rakipsizdirler. Ama başlangıçta çok mantıklı gözüken kararları nedense sonuçta felakete yol açar. 1917’de sınırsız denizaltı savaşına girme kararında da aynı şey olmuştu.
Almanya için 1914’te iki cepheli bir savaş yaratan yanlış dış politikalar tam bir beceriksizlik örneğidir. Almanlar ancak 1916’da, Birinci Dünya Savaşı’nın üçüncü yılında yenileceklerini fark ettiler.
O yıllarda Hindenburg ve Ludendroff adlı generaller askeri bir diktatörlük yaratmışlar, Kayzer sadece bir süs olarak savaşlarda yer almıştı. Almanya pratik nedenlerden dolayı askeri bir ihtilal yaşamak zorunda kalmıştı.
Ne yazık ki, Almanların Fransızları yok etme planı 1916’da Verdun’da iki tarafın da neredeyse tamamen yok olmasıyla sonuçlandı. Somme’daki İngiliz saldırıları ise karşılıklı bir ölüm anlaşmasına dönüşmüş ve yılın başından beri Alman ordusu bir milyondan fazla kayıp vermişti. Tek iyi haber doğudaki Çar ordularının yenilmek üzere olduğuydu.
Bunun ötesinde, doğal kaynaklar da büyük bir sorun yaratıyordu. Bütün genç erkekler ordudaydı ve tarımsal üretim doğal olarak düşmüştü. Petrol ürünleri ve plastik gibi kritik savaş malzemeleri İngilizler yüzünden orduya ulaşamıyordu.
Tek belirsiz değişken Amerika’ydı. Endüstriyel kapasitesi savaş için belirleyici bir etkendi. Fransa ve İngiltere, Amerika’nın da savaşa gireceğini hesaba katmalıydı. Bu matematik denkleminin anahtarı Amerika’ydı. 1914’de Amerikan ordusu çok küçüktü ve savaşa hazırlanmasının en az bir yıl alacağı düşünülüyordu. Bu ordunun Avrupa’da bir güç olması ise bir yıl daha alırdı. H&L takımı Amerikan güçlerinin iki yıldan önce etkili bir ordu haline gelemeyeceğini hesaplamıştı. Eğer hesap tutsaydı, 1918 kışında ABD savaşa girdiğinde savaş çoktan bitmiş olacaktı ve Amerikalılar evlerine dönmek zorunda kalacaktı.
Hesap böyleydi. İngiltere’nin zor durumda kalması denizaltı saldırılarının başlamasından sonra birkaç ay içinde gerçekleşecekti. 1918’e kadar da durum böyle sürecekti. Kara saldırısı da İngilizleri yıkacaktı. Fransa, İngiliz desteğini kaybedince teslim olacaktı. Amerikalılar gelmeden zafer kazanılmış olacaktı. Sonra da Almanya tüm. ilgisini çarlık Rusyasına yöneltip birkaç hafta içinde orayı da halledecekti.
Böylece 31 Ocak 1917’de plan uygulanmaya başladı. Almanya, İngiltere çevresinde sınırsız denizaltı savaşını ilan etti. Birkaç hafta içinde Amerikan bandıralı birkaç gemi vuruldu. Bazıları aslen İngiliz gemisiydi ama Amerikan şirketlerine satılmıştı.
6 Nisan 1917’de ABD, Almanya’ya savaş ilan etti. Aynı ay içinde İngiliz tüccarlarının 900 bin tonluk malzeme ve gıda kaybetmesiyle plan işliyor gibi göründü. Toplam kayıp hesap edilen miktara ulaştı. Almanya Batı cephesinde İngilizlere karşı başarılı olmayı garantilediğini düşünüyordu. 1917 baharı ve yazında İngiliz gemileri, yerlerine yenileri konamayacak kadar hızlı bir şekilde batıyordu. İngiltere’nin toplam yiyecek rezervi tüm ulusa ancak otuz gün daha yetecek kadar azalmıştı.
On altı ay sonra ise Almanya çok kötü bir noktaya gelmişti. Ülkedeki herkes açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ve salgın hastalık başlamıştı. Ordu geri çekiliyordu. Peki ne oldu da böyle oldu?
Bu krize karşın Hindenburg ve Ludendroff bilimsel bir zafer planı yapıyordu. Almanya 1918’e kadar savaşı kazandıracak bir strateji bulamazsa askerler açlıktan ölecekti. 1916’da yapılan planlar başarısız olmuştu. Fransızlar saldırılara canla başla karşı koyuyordu.
Jutland’de İngiliz donanmasını yenme çabası ise Alman donanması için bir taktik zaferi olmuştu ancak stratejik olarak İngiliz barikatı aşılmamıştı. Rus cephesinden umut vardı ama Alman askerleri Rusya’nın uçsuz bucaksız topraklarında kaybolup gidebilirdi. Raporlara göre Rusya’da halkın rahatsızlığı artıyordu ve bir patlama yaşanabilirdi. Ancak H&L takımı bu uyarıyı pek dikkate almadı.
Hepsinden önemlisi Almanların ana yurdunu sıkıştıran İngiliz ablukasıydı. Generaller buna bir çözüm düşündüklerinde ise karşı abluka en iyi çözüm gibi göründü. 1915’te kısa bir süre için Almanya sınırsız denizaltı savaşına girişti. Ancak Luisitania olayı ve Amerikan müdahalesi tehdidi buna son verdi.
Bir plan düşündüler ama her planın içinde imparatorluk donanması vardı. Ve sonuçta şu önerildi:
X sayısında Alman denizaltı İngiliz kıyılarına ulaşırsa Y sayısı kadar İngiliz ticaret gemisi batırılabilirdi. Buradaki hayati sayı bu gemilerin tonajıydı. Belli bir miktarın üzerinde gıda ve savaş malzemesi batırılabilirse İngiliz savaş endüstrisi çöker ve İngilizler kıtlığa girerdi. Bu bir grafik üzerinde de gösterilebilirdi.
Bütün sorun Almanların, o kadar çok gemiyi, İngilizlerin yerine yenilerini koymalarına fırsat vermeyecek kadar kısa sürede batırabilmesindeydi. İngilizlerin belli bir rezervlerinin olabileceği ancak bunun da bir süre sonra biteceği hesaplanıyordu. Açlıktan ölme tehlikesiyle karşılaşan İngilizler de barış için yalvaracaktı. Bu fikrin ağırlığını artırmak için Almanlar 1917’deki yerel operasyonlardan başka saldırıda bulunmayacak ve bu arada kendi rezervlerini artırıp, orduyu açlık çekecek İngilizlere karşı saldırmak üzere güçlendireceklerdi.
İlk başta akıllıca gibi görünen stratejik plan başarılı olamamıştı. Hesaplamadaki belirsiz değişken işleri bozmuştu. Müttefiklerin tarafında hiçbir teknolojik ya da taktiksel değişiklik olmayacağı varsayılmıştı. Büyük kayıplar, sonunda konvoy sisteminin ortaya çıkmasına neden oldu. Yük gemileri ağır savaş gemileriyle korunmaya başladı. Müttefiklerin kayıp oranı azalırken Almanlarınki arttı. Başka bir etken de Amerikalıların endüstriyel tepkisiydi.
1942’yle karşılaştırıldığında başarısız bir düzen içinde olsalar da Amerikan endüstrisi güçlüydü ve 1917’de savaşa girdiklerinde sahip olduğu gemiler Almanlara ağır kayıplar verdirtti. 1918’de ise Amerikalılar gemilerin batırılmasından daha hızlı bir şekilde yenilerini yapabiliyordu. Bu gelişmeler konvoy sistemiyle birleşince Almanların durumu güçleşti.
Üçüncü ve hayati etken de Amerikalıların mobilize olmalarıydı. 1918 Martında Almanya Batıdaki ilk saldırısını gerçekleştirdi ve büyük bir başarıyla sonuçlandırdı. İngiliz ordusu 1916-17 yıllarındaki çatışmalardan sonra bu saldırıyla dağılmıştı.
1918’de kısa bir süreliğine Batı cephesindeki savaş hızlandı. Alman askerleri Paris’e yaklaştı. Fransız ordusunun da işi bitiyor gibiydi. Sonra Chateau- Thierry’de Alman ordusu Amerikan birliklerine rastladı. Önce binlerce, sonra on binlerce ve 1918’e gelindiğinde yüz binlerce Amerikan askeri vardı. Deneyimsiz olsalar da hayli hevesliydiler ve bu savaşın başından beri pek görülmemiş bir şeydi.
Bu sırada başka bir yerlerde Rusya çöküyordu.
Sınırsız deniz savaşının başlamasından sadece dört hafta sonra Çarlık karşıtı bir grup Rusya’da ihtilal gerçekleştirmiş, Çar II. Nikola görevden alınmıştı. Hindenburg ve Ludendorff’un bazı danışmanları yapılan planın gözden geçirilmesi için yalvardı. Hala sınırsız savaşı bitirmek için zaman vardı ve gerekirse Amerikalılarla anlaşma yapılıp, savaş dışı bırakılabilirlerdi.
Almanya tüm dikkatini Rusya’ya vermeliydi. Rusya devrim yüzünden bir kaos içindeydi. O tarafa bastırmalıyız diye ısrar etti danışmanlar. Rusya işi halledilirse elde edilecek geniş bozkır toprakları Müttefiklerin çıkaracakları sorunlara karşı çok işe yarayabilirdi. Sonra da ordu Rusya’dan çekilir, doğudaki bu zaferle moral bulmuş askerler Batı’da da zafer kazanabilirdi.
Bu plan işe yarayabilirdi. Ama Hindenburg ve Ludendorff Rusya’yı pek önemsemiyor, Alman askerlerini Rusya’ya göndermek gibi bir plan yapmıyorlardı. Öte yandan Lenin üzerine bir karar veriyorlardı ki, o tamamen ayrı bir yazı konusu. En tuhaf olan da şu: Denizaltı savaş planı uygulandı ve Rusya çöktü. Bu aslında Almanya için pek hayırlı olmadı, çünkü Brest-Litowsk anlaşmasıyla kendisine verilen Ukrayna ve öteki bölgelere asker göndermek zorunda kalınca stratejik bölgelerden askerlerini çekti.
1918 Eylülünde Argonne Ormanında bir milyonun üstünde Amerikan askeri bir savaşa girdi ve tüm tahminlerin aksine galip çıktı. Alman ordusu artık geri çekilmeye başlamıştı.
 
BİR ŞEYİ ÇOK FAZLA İSTEME, ELDE EDERSEN KÖTÜ OLABİLİR
Almanya Lenin’i Gizlice Rusya’ya Gönderir 1917, Avrupa
 
Vladimir İlyiç Lenin, Almanya, Avusturya ve Osmanlı tutuklu kamplarında çürüyen diğer Rus askerleri gibi, İsviçre’de üç yıl bir savaş tutuklusu gibi yaşadı. Lenin 20. yüzyıl başlarında Rusya’dan sürülmüştü. İsviçre’de Bolşevik Partisini gizliden gizliye örgütlemeye devam etti.
Ancak Rusya’yla olan bağlantısı onun için bir sorundu. Fransız ve İtalyan hükümetleri Lenin’i hala düşman olarak görüyor ve yakalamak istiyordu. Sınırı geçmek istemesi halinde hemen tutuklanacaktı. Yakalanır yakalanmaz da Almanya ya da Avusturya İmparatorluğu’na gönderilecekti. Olduğu yerde kısılmıştı Lenin.
1917 Martında nefret edilen Çar hükümeti devrildi ve başında Alexander Kerensky’nin olduğu bir hükümet göreve başladı, Lenin yaşamakta olduğu İsviçre’de kendini boğulmuş gibi hissediyordu, devrim için yirmi yıldır yaptığı planı gerçekleştirmek açısından çok uygun bir fırsat çıkmıştı ve o bunu gerçekleştiremiyordu. Rusya’da sosyalist bir devlet kurmanın tam zamanıydı.
Kılık değiştirip sahte belgelerle Fransa’ya geçmeyi ve oradan da gemiyle Rusya’ya ulaşmayı deneyecekti. Aslında bu saçma bir plandı, çünkü Müttefiklerin ajanlarının sürekli onu izlediği biliniyordu.
Sonunda gerçekleşmesi mümkün bir plan yaptı. Almanlardan yardım isteyecekti. Lenin Almanya’dan bir bakanla Bern’de buluştu ve teklifini sundu. Almanlardan onu Finlandiya’ya sokmalarını istiyordu. Oradan da Rusya’ya geçecekti. İhtilali başlatıp, yönetimi ele geçirmek ve Rusya’yı savaştan çekmek niyetindeydi. Böylece Almanya da güçlerinin tümünü Batı’ya kaydırabilirdi.
Bern’deki Alman bakan ve yanındaki ajan danışmanları bu çılgınca plana gülmemek için kendilerini zor tutmuş olsalar gerek. Tüm Rusya’daki Bolşevik sayısının 50 bini geçmediği tahmin ediliyordu. Lenin, Kerensky hükümeti için sorunlar çıkarsa bile tüm Rusya’nın Bolşevik bir hükümetin yönetimi altına girmesi imkansızdı. Dahası Lenin, yakında Almanya’nın da sosyalizmle yönetileceğini söylüyordu.
Sonuçta Almanya bu planı ciddiye alarak desteklemeye karar verdi. En azından Rusya’nın savaştan çekilip Alman ordusunun tüm gücüyle Batı’ya yüklenmesinden korkan Müttefikler için korkulacak bir neden daha olurdu. Böylece Lenin ve beraberindeki 18 kişi bir trenle gizlice Almanya’dan geçirildi ve Finlandiya’ya ulaştırıldı.
Bern’deki Alman bakan ve projeyi onaylayan askeri danışmanlar Lenin’den bir daha haber alınamayacağını düşünüyordu. Rusya’da bir karışıklık çıkarsa bile bir ay içinde ölür deniyordu. Bu da pek fena olmazdı hani. En azından Almanya savaşı kazandıktan sonra ortalıkta olmazdı. Ancak daha sonra Churchill’in dediği gibi: "Almanya, Rusya’ya en etkili silahı sundu. Lenin’i ’mühürlü’ bir tren içinde İsviçre’den Rusya’ya yolladı."
"Bir şeyi çok fazla isteme, elde edersen kötü olabilir" diye bir laf vardır. Bir buçuk yıl sonra Doğu Cephesindeki bir Alman subayı ve Moskova’daki bir temsilci aynen bunları hissediyordu. Lenin büyük sorunlar yarattı. Almanya, Rusya’daki başarılı devrimden sonra Ukrayna’yı da içine alan bölgeleri isteyince Lenin buna yanaşmadı. Alman hükümeti isteklerini gerçekleştirebilmek için Doğu Cephesine batıdan takviye yapmak zorunda kaldı. Yüz binlerce asker doğuya gitti ve Hazar Denizi’ne kadar anlamsız bir şekilde ilerledi.
1918 yazının başlarında Alman hükümeti kendi yarattığı canavar konusunda endişelenmeye başladı. Doğu Cephesinde barış vardı ancak Sovyetler dünya çapında bir devrimden söz etmeye başlamıştı ve dahası sonraki hedefleri Almanya’ydı. Alman birlikleri de gizliden Lenin karşıtı beyaz birlikleri destekliyordu. Bu garip bir durumdu, çünkü Batı’daki Müttefikler de Beyaz orduyu destekliyordu.
Kızıl Ordu’nun başındaki Troçki Doğu Avrupa’nın geri kalanının da özgürlüğe kavuşturulmasından bahsediyordu. Almanya’da ise komünistler Rus desteği peşindeydi. Bir son dakika planı olarak Almanya, Çarı komünistlerin elinden kaçırıp tekrar iktidara getirme planları yapmaya başlamıştı. Operasyon başlamadan önce Kayzer Wilhelm’in talihsiz kuzeni ve ailesi, öldürüldü. Kısa bir süre sonra da Almanlar Batı’da savaşı kaybedip bir ateşkes imzaladı. Bu ateşkes, çok ağır şartlar taşıyan Versailles antlaşmasına dönüşerek imzalanacaktı.
Almanlar için en büyük korku Batı’daki Müttefik güçler değil Rusya’dan gelen komünizm tehdidiydi. Ateşkesle birlikte Ukrayna, Baltık ülkeleri ve Polonya’yı alma girişimleri de başarısız oldu. 1920’ler boyunca Alman hükümetleri Lenin’in yarattığı korku içinde yaşadılar. Birçok insan demir yumruğa sahip biri tarafından taşınan güçlü bir kalkanın tek çıkar yol olduğunu düşünmeye başladı. Küskün bir eski onbaşı Bolşevik korkusunun kendi politik grubuna yandaş kazandıracağını gördü. Nazizmin tohumları atılıyordu.
Almanya’nın kazancı sıfırdı ve yüzyılın geri kalanında dünyanın çoğu büyük bedeller ödedi. Lenin’i Rusya’ya gönderen Bern’deki Alman bakan ve onun danışmanlarına gelince, onlar kendileri açısından en iyi kararı aldıklarım düşünüyorlardı.
 
NEREDEN ÇIKTI BU BOLŞEVİK DEVRİMİ
Herkes Şaşırmıştı 1917-22, Rusya
 
Rusya’daki Bolşevik devrimi herkesi şaşırtmıştı. Fransa, İngiltere ve ABD, Lenin ve Bolşeviklerin Rus hükümetinin başına dert olacağını tahmin ediyorlardı. Mart ayında Çarı tahttan indiren Kerensky hükümetini devamlı uyarıyorlar, Lenin’in bulunup öldürülmesinin en iyisi olacağını tekrarlıyorlardı. Ama asla Lenin’in devrim yapıp Petrograd ve Moskova’yı ele geçireceğini düşünmüyorlardı.
Müttefiklere gelince, bu tam bir felaketti. Rusya, dört yıl boyunca milyonlarca Alman, Avusturyalı ve Türk askeri yutan bir cephe oldu. Çarı desteklemek için Murmansk üzerinden, Pasifik yoluyla Sibirya’nın doğu kıyılarına gemiler ulaştı. Çar düştükten sonra Kerensky’ye savaşta kalması için daha fazla destek vaat edildi ve 1917 yazında üç büyük Müttefik devlet silah ve cephaneyle beraber asker de gönderdi. Lenin başa geçtiğinde tüm Müttefik güçlerin derhal Rus topraklarından çıkmalarını istedi. Böylece yeni bir savaş başladı.
Batı ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişkinin 1917-22 yılları arsında nasıl olduğu pek az bilinir. Aslında bu, Müttefiklerin kaybettiği bir savaştır.
İngiltere ve Fransa batıda çok daha büyük bir savaşın için deyken Rusya’yla bir savaşa girişmeleri çelişkili bir durumdur. En basit açıklama ise, Rusya’ya zaten yüzlerce milyon dolarlık askeri malzeme ve asker gönderilmişken bunların değerlendirilmek istenmesi olabilir. Aslında hazır Rusya savaştan çekilmişken o malzeme Batı cephesine gönderilmeliydi. Bazı Çar yanlıları, Kerensky yanlıları, savaş uzmanları ve milliyetçi gruplar Lenin’e karşı çıktılar, hepsi de tasfiye edildiler.
Churchill’e göre, eğer önlem alınmazsa Bolşevikler tüm dünyaya yayılabilirdi. Böylece Batılı Müttefikler harekete geçti. Harekete geçmek iyi bir fikir gibi görünüyordu ama plansız bir şekilde ve sorumluluk alma konusunda pek heves duyulmadan işe girişilmişti. Ancak Lenin’in işini bitirme girişimi başarısız oldu.
On binlerce İngiliz, Fransız ve Amerikan askeri Ortadoğu ve Pasifik yoluyla Murmansk’a geldi. Ancak hiçbirinin malzemeye göz kulak olmak dışında belli bir görevi yoktu. Bu arada Kızıl Ordu’nun başındaki Troçki cepheden cepheye koşuyor, başarılı savaşlar çıkarıyordu. Bir yandan Moskova’yı almaya çalışırken bir yandan da Urallar’da operasyonlar yapıyordu. Ukrayna’daki Alman güçlerine ve Batı İttifakına karşı isyanlar örgütlüyordu.
1918        Kasımında ateşkes imzalanmasından sonra Rusya’da asker tutmak anlamsız bir hale gelmişti. Almanya kaybetmiş ve antlaşmaya göre askerlerini sınırlarının gerisine çekmek zorunda kalmıştı. Bu, Ukrayna’dan da çekilmesi anlamına geliyordu. Churchill o sırada artık İngiltere yönetiminde değildi ve batıda savaşın sona ermesi üzerine Baltık Denizi ve Karadeniz üzerinden Rusya’ya asker gönderilmesi konuşuluyordu.
Belli bir plan olmaksızın Rusya’yı Kızıl ve Beyaz hükümet olarak bölmeye çalışmak pek işe yaramadı. Dahası Lenin’e kuşaklar boyu etkisini gösterecek Batı karşıtı bir propaganda yapmak için malzeme verdi.
 
REILLY "GÜVEN"İ BOŞA ÇIKARIR
Sahte Karşı-Devrimciler Açığa Çıkıyor 1926, Moskova
 
1917’deki başarılı Bolşevik devriminden sonra yeni Sovyet yönetimleri rejimlerini yıkmak isteyen Batılı güçlere karşı uyanık olmak zorundaydı.
Felix Dzerhinsky, adı Rusya Olağanüstü Devrim ve Sabotaj Karşıtı Savaşım Komisyonu olan ve amacı adından açıkça anlaşılan kurumun başına getirildi. Kurumun adı kısaca "Çeka" diye okunuyordu ve KGB’nin öncüsüydü.
Dzerhinsky Rus devleti için düşmanları izlemenin en iyi yolunun aralarına ajan sokmak olduğunu düşünüyordu. İstihbaratla ilgili çalışmalarını bir adım daha ileriye götürdü ve hedefi Sovyet rejimini yıkmak olan sahte bir grup organize etti. Böyle bir grup Rusya içinde ya da dışında rejime karşı mücadele edenlerin ilgisini çekecekti ve böylece Çeka onları tanımış olacaktı. Bu grubun adı "Güven"di.
"Güven", komünistleri düşürüp Beyaz Rusları başa getirmek isteyen Sovyet göçmenlerinden oluşuyordu. Üyelerinin çoğu Romanoflar zamanını özleyen ve Sovyetler Birliği içinde çalışan gruplara para yardımı yapmak isteyen, ancak bu işten hiç anlamayan zenginlerdi. Ayrıca "Güven" grubunun önemli bir gelir kaynağı da Amerikan ve İngiliz hükümetleriydi.
Bu paravan kurumu kullanarak Dzerzhinsky, Sovyetler Birliğine karşı dışarıda yapılan propagandayı kontrol edebiliyor ve kimin dost, kimin düşman olduğunu öğreniyordu.
"Güven" Sovyet istihbarat servisinin bir başyapıtıydı. Ancak Stalin’in verdiği emirlerle yapılanlar bu grubun gerçekte kimlerin elinde olduğunu ortaya çıkardı.
Sidney Reilly, Çeka kurulmadan önce bile komünist Rusya için bir diken olmuştu. İrlandalı bir kaptan ve bir Rus annenin oğlu olan Reilly İngiltere’nin ilk serbest çalışan ajanlarındandı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki birçok hizmetine ek olarak Rus Devrimi sırasında Letonya ve Litvanya olaylarında önemli bir rol oynamıştır.
İngiltere’ye dönerken Reilly, İngiltere ve ABD’yi Bolşevik rejiminin ne kadar uyanık olduğu konusunda uyarmıştı. Beyaz Ruslardan da büyük bir şüphe duyuyordu. Ona göre Beyaz Ruslar davaya zarar veriyordu ve yararsızdı.
"Güven", Çeka tarafından yönetilirken Reilly’ye Finlandiya üzerinden ülkeye girme konusunda yardımcı olmak üzere yaklaşmış ancak Reilly şüphelenmişti. İngiliz destekçilerine, eğer başına bir şey gelirse bunun sorumlusunun "Güven" olacağına ve bu grubun güvenilmez olduğu yolunda haber göndermişti.
Reilly, Rusya’ya Finlandiya üzerinden girdi ve anında Çeka tarafından yakalandı. Dzerzhinsky geç de olsa düştüğü tuzağı fark etti ve Reilly’nin "Güven" ajanları tarafından kurtarılıp İngiltere’ye gönderildiği bir gösteri planlamıştı.
Ancak Stalin bu plana karşı çıktı, çünkü bir düşmanın ellerinden kaçıp gittiğini görmek onu rahatsız ediyordu. Stalin aynı zamanda Dzerzhinsky’nin de güçlendiğini ve gelecekte tehdit oluşturabileceğini görmüştü. Bu yüzden onun da Önünü kesmek gerekliydi.
Reilly’nin kaderinin ne olduğu bugüne kadar açıklık kazanmadı, ancak yakalanmasından birkaç gün sonra idam edildiği sanılıyor. İngiliz Gizli Servisi bu görevle ilgisi olduğunu tabii ki inkar etti. Ancak "Güven" grubunun güvenilirliğinin olmadığı söylentisini de yine gizli servis yaydı.
Dzerzhinsky’nin başyapıtı Sovyetler Birliği’nin varlığına en büyük tehditlerden biri olan bu adamın yakalanmasını sağladı ancak aynı zamanda da bu, örgütün sonu oldu. 1926’da öldüğünde Çeka 15 bin çalışandan iki yüz elli bin kişiye çıkmıştı. Personelin bir kısmı Rusya içiyle ilgilenirken büyük bir kısmının görevi İngiltere ile ilgiliydi. Hala Reilly gibi ajanlardan korkuyorlardı.
 
DÜŞMAN NASIL EĞİTİLİR
Rusya ve Almanya’nın Anlaşması 1930’lar, Rusya
 
Almanya’nın askeri gelişimi klasik bir geri tepen tüfek vakasıdır. Metotlu çalışmaları bir anlamda ellerinde patlamıştır.
Birçok insan silah geliştirme konusunda en büyük adımları Almanların attığını düşünür oysa bu düşüncenin aslı yoktur. Gerçekte bu işin erbabı İngilizlerdir. 1915’de Winston Churchill’in cesaretlendirdiği küçük bir grup İngiliz "tank" fikrini savunuyordu. Tank ismi bu silahın geliştirilme aşamasındaki kod adıyken, öyle kalmıştır.
Bu adamlar batı cephesindeki savaşın tanklarla kazanılabileceğini savunuyordu. Birkaç modelin üretimine başlandı. Yalnız bir hata yapıldı. En gelişmiş model sürpriz bir şekilde ortaya çıkarılıp savaşa sürülebilecekken, her yeni model üretildiğinde savaşa sokuldu. Bu araçlar ilkel ve kısıtlı hareket olanağına sahip olmalarına rağmen çok şey vaat ediyordu.
1918’in başlarında J. F. C. Fuller adında genç bir İngiliz subayının yönetiminde bir çalışma grubu organize edildi. Görevleri 1919 yılına kadar savaşı kazanmalarını sağlayacak bir saldırı planlamaktı. Fuller’ın 1919 planında bazı ileri teknoloji gerektiren silahlar vardı. Büyük saldırı uzun menzilli bombaların atılmasıyla başlayacak, bu bombalar ön safların ötesindeki noktaları vuracak, ulaşım, iletişim ve kumanda merkezlerini yerle bir edecekti. Böyle bir saldın uçaklardan paraşütlerle indirme yapan askerlerle devam edecekti.
Bu arada ana cephede tanklardan, zırhlı araçlardan, cephane kıyıcılarından oluşan çift sütunlu konvoy ilerleyecekti. İki sıra ırasında seksen kilometre olacaktı. Doğrudan düşmanın içine alacak iki dizi konvoy ve konvoylarla birlikte ilerleyen, sürek 1i tepede dönüp duran savaş uçaklarıyla iletişim halinde olan radyo operatörleri de onları yönlendirecekti. İlerleyen iki ayrı sini en sonunda, birleşecek ve Alman saflarında seksen kilometrelik bir gedik açılmış olacaktı.
Bu size tamdık mı geldi? Fuller bu büyük planı deneme şansını hiç bulamadı. Almanlar bu planın uygulanmasından altı ay önce çöktü ve ateşkes imzalandı. Fuller’ın planları bir kenara bırakıldı çünkü nihai zafer büyük bir ateş gücüyle kazanılmıştı.
Almanlar için ise Fuller’ın planı, çabuk, etkileyici, hesaplı ve makul geldi. Ayrıca çok az insan gücüne ihtiyaç vardı. Gelecekte bir savaşta kullanılabilirdi. Ancak 1919’da yaptıkları Versailles Antlaşması ağır silahlar yapmalarına izin vermiyordu.
Sorun bu yeni silahları nasıl deneyebilecekleriydi. Gizli bir şekilde maket testleri yapıldı ancak açık alanda yapılacak testler yüzlerce kilometre kare büyüklüğünde alan ve binlerce asker gerektiriyordu. Müttefiklerin haberi olmadan böyle bir şeyi yapmak imkansızdı. Weimar Cumhuriyeti ordusunun başı bir öneriyle geldi. Er ya da geç Versailles şartları ortadan kalkacaktı ve o gün geldiğinde Almanya rakip ülkelerin çok gerisinde kalmış olacaktı.
Sonunda tuhaf bir işe girişildi. Avrupa’nın öteki tarafı Sovyetler Birliği’ydi. Sovyetler de silahlarla uğraşıyordu, onlarla çalışmamak için bir neden var mıydı? Rusya’nın geniş bozkırlarında oynayacak o kadar geniş bir alan vardı ki. Hem de Batılların gözlerinden uzak. Kızıl Ordu’nun askerleriyle silahlar test edilebilirdi. Bu, zekice bir fikirdi.
Alınan uzmanlığı karşılığında Rus kaynakları, adil bir anlaşma olurdu. Birkaç tutucu adam buna karşı çıktı. Kızıllarla iş yapılmazdı. Daha birkaç yıl öne Polonya’yı neredeyse alıyorlardı. Onlara neden yeni bir savaş teknolojisi sunuluyordu ki? Buna verilen yanıt Rus teknolojisiniz hala 19. yüzyıl seviyesinde olduğu ve Almanlardan öğrendikleriyle silah yapamayacaklarıydı.
Böylece Kızıl Ordu ve Weimar Ordusu arasında Rusya’da silah denemeleri yapmak üzere gizli bir anlaşma yapıldı. Birkaç ay içinde Alman savaş ve silah uzmanları Rusya’daydı. Kızıl Ordu’nun Özel birimleri rakip askerler rolünü oynuyordu. Tank yerine kamyonetler kullanılıyordu. Kızıl Ordu’nun sahip olduğu birkaç uçak da tepede dönüyordu.
Birkaç yaz savaş oyunları devam etti. Her oyun bir öncekinin devamıydı. İlk saldırı için teknikler geliştirildi, motorlu araç kumandası, kontrol merkezleri, son teknoloji radyo araçları kullanıldı. Böylece bir kumandan tüm birlikleriyle ve uçaklarla iletişim halinde olabiliyordu. Böylece tanklar doğru zamanda doğru yere saldırabilecekti. Bu tür saldırılara nasıl karşı konulacağı da iyice çalışıldı. Savunmanın derinliği, tank saldırılarına karşı savunma ve motorlu birliklerin imhası.
Böylece 1920’lerin sonları ve 30’ların başında Alman ve Rus orduları fikir alışverişinde bulundular, ortak testler yaptılar, hatta arkadaşlıklar bile kurdular.
Nazilerin güçlenmesi, Alman ırkının bütünlüğünü savunmaları ve komünizm karşıtı olmaları gibi nedenlerden bu program sona erdi. 1936’ya gelindiğinde zaten ihtiyaç da kalmamıştı. Versailles Antlaşması feshedildi, artık Almanya kendi topraklarında tatbikat yapabilirdi. Rusya’da yapılan çalışmalardan elde edilen yüklü bilgiler Alman endüstrisinin yararına kullanıldı. Ayrıca silah yapımına da hız verildi. Son teknoloji ürünü müthiş silahlar imal ediliyordu. Hızlı tanklar, ağır tanklar, 88 mm. toplar gibi silahlarla ve Stuka savaş uçaklarıyla donanmış bir ordu vardı.
Bu ordu iki haftadan daha kısa süre içinde Polonya’yı teslim aldı. Sonraki baharda Fransız ordularını altı haftalık bir saldırıyla imha etti. Böylece Fransa’dan da intikam alındı.
Sonra iş Rusya’nın işgaline geldi. Hitler’in danışmanları Rusya’yla girişilecek savaşın altı hafta süreceğini hesapladılar. Sovyet askerlerinin açık dizilimi ve yetersiz silahlanmaları sonucu savaşı Almanlar kazanacak ve Kızıl Ordu imha edildikten sonra Leningrad, Moskova ve Ukrayna’nın endüstriyel merkezi düşecekti. Kış geldiğinde güneyde Astrakhan’dan kuzeyde Murmansk’a kadar olan bölge Alman işgali altına girmiş olacaktı.
İlk birkaç ay planlandığı gibi gitti. Sovyet birlikleri birbiri ardına listeden siliniyordu. Ağustos başlarında en azından kağıt üzerinde Kızıl Ordu tükeniyordu. Ancak savaş alanında ise pek öyle değildi. Sürekli yeni birlikler Alman ordusunun karşısına çıkıyordu. Ama asıl şok silahlarla ilgiliydi. Üçüncü sınıf uyduruk silahlarla karşılaşmayı bekleyen Almanların karşısında orta ağırlıkta modern tanklar vardı. Bugün efsane haline gelmiş T-34’ler Almanların sahip olduğu her silahtan üstündü. Ayrıca Rusya’daki şartlara göre hazırlanmış olduğundan karda kışta, dağda bayırda rahatlıkla ilerliyordu.
Aralık ayında bu tanklardan binlercesi Alman saflarında ilerliyor ve Alman tanklarını ezip geçiyordu. Alınanlarda panik başlamıştı. Bu tankları nereden bulmuştu bunlar?
1920 ve 30’larda oynanan savaş oyunları Rusya’nın da yararına olmuştu. Ama bir fark vardı, Almanlar silahlarıyla her yerde gösteriş yaparken Ruslar kendi silahlanma programlarını gizlediler. Fabrikalardan, eğitim alanlarından ve Rus bozkırlarından çıkarmadılar. Yeni kuşak tank uzmanlarını Almanlar yetiştirmişti. Yüksek teknolojiye sahip bir iletişim sistemleri olmamasına rağmen Ruslar bu işi becermişti. Sadece tanklar üzerinde yoğunlaşmış ve T-34 adındaki bu güçlü tankları üretmişlerdi. Almanların öğrettiklerini iyi uyguluyorlardı. Almanlar yenilmek üzereydi. Kendi düşmanlarını kendileri eğitmişlerdi...
 
MÜTTEFİKLERİNİ SEÇERKEN DİKKATLİ OL
Bazen En İyi Dostun En Büyük Kötülüğü Yapar 1939, Almanya ve İtalya
 
Başlangıçtaki ilişkileri bir öğretmen-öğrenci ilişkisiydi. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’daki ilk faşist yönetim, İtalya’da Benito Mussolini liderliğindeki Siyah Gömlekliler darbesiyle geldi. Mussolini eski bir gazeteciydi. Roma’da 1922’de ona parlamento tarafından bir diktatörün sahip olabileceği tüm yetkiler verildi. Bundan kısa bir süre sonra Münih’te birileri Mussolini’yi örnek alıp bir darbe girişiminde bulundu ancak hemen hapse atıldı.
On yıl sonra aynı kişi Almanya’nın başına geçti ve Mussolini’yle arkadaş olup ona bazı konularda danıştı. Politik açıdan İtalya ile pek anlaşamayan Avusturya ve Almanya için bu ilginç bir adımdı. İlk savaşta İtalya önce Almanya ve Avusturya’nın yanındayken sonra yan çizmiş ve Müttefiklere katılmıştı. Ancak faşist dayanışma bağlamında geçmiş unutulmuştu. Hemen bir ittifak kuruldu ve Axis Paktı imzalandı. Mussolini bu paktla Roma ve Berlin’in kaderinin birbirine bağlandığını duyurdu.
Mussolini gibi bir müttefike sahip olmak, çenesi düşük şişman bir üvey kardeşe sahip olmak gibi bir şeydi. Sürekli hapse düşen ve para sorunları yaşayan bir kardeş. 1920’ler ve 30’lar boyunca Mussolini Roma’nın ihtişamını geri getirmek üzerine politika yaptı.
Akdeniz yine eskisi gibi bir İtalyan gölü olacaktı. Libya’daki isyanı bastırdıktan sonra Mussolini gözlerini Etiyopya’ya çevirdi. Etiyopya tüm Afrika’da Avrupa emperyalizmine karşı başarıyla direnen tek ülkeydi. Mussolini tam bir katildi. Tek atışlık tüfeklere sahip küçük bir orduya karşı hava gücü ve zehirli gazla savaştı.
Hitler, İtalyan müttefikinin kahramanlığını alkışlasa da derinden derine sıkıntı duymaya başlamıştı. Neden ilk önce Etiyopya gibi bir yeri istemişti ki Mussolini? Mussolini’nin hareketleri bir uyarı gibiydi.
Hitler kendi saldırılarıyla ilgilenmeye başladı ve roller değişti. Güçlü olan Hitler, önemsiz bir yan roldeki kişi ise artık Mussolini’ydi.
Mussolini 1939’da Arnavutluk’a girince bir krize daha neden oldu. Böylece dertli bir ulusa karşı büyük bir sorumluluk almış oldu. Arnavutluk’un ilhak edilmesi İngiltere ve Yunanistan arasındaki ilişkiyi sağlamlaştırdı ve Balkanlardaki gerginliği artırdı. Romanya ve Bulgaristan da faşist yörüngeye girse de Yugoslavya hala şanslıydı.
1939’da Fransa ve Almanya savaşa başladığında Hitler en yakın müttefikine dönüp, İtalya’nın da savaşa girmesinin akıllıca olduğunu söyledi. Böylece Akdeniz’de Fransız ve İngilizlere ait bazı kritik noktaları alabilirlerdi. Mussolini’nin dengesizliği kendini gösterdi ve bu teklifi reddetti. Aslında kendi açısından zekice bir karardı.
İtalya için İngiliz ve Fransızlarla savaşmak pek akıllıca olmazdı. Mussolini savaşın ilk dokuz ayında, Almanya Fransa’yı yenme noktasına gelene kadar oturdu izledi. Kendisi için de pastadan bir dilim alabileceğini fark ettiğinde savaşa girdi. Savaşa son dakikada girmesi Hitler dahil, tüm dünyadan eleştiri aldı.
İtalya artık Libya için hazırdı. Akdeniz’i bir İtalyan gölü haline getirmek hayaline start verilmişti. 1940 Eylülünde İtalyan ordusu Mısır’daki İngiliz ordusuna savaş açtı. Amaç Süveyş Kanalı’nı ele geçirmekti. Almanların stratejik planına göre Süveyş Kanalı’nın alınması yararlı olabilirdi ancak o noktada İngiltere’nin daha uzun bir süre savaş dışı kalması umuluyordu. Almanlar için İtalya sadece denizdeki bazı askerleri durdurmaya yarayacaktı. Ancak İtalyanlar ise çok daha büyük şeyler peşindeydi.
İngiliz ordusu parlak bir saldırıyla İtalyan ordusunu dağıttı ve kendinden dört kat büyük bir gücü imha etti. Aynı zamanda başka bir İngiliz gücü ters yönde ilerliyor ve İtalyan sömürgeleri Etiyopya ve Somali’yi ele geçiriyordu. Bu ülkeler İkinci Dünya Savaşı sırasında özgürlüğünü kazanan ilk sömürgeler olurken İtalya’nın prestiji de yerle bir olmuştu.
Sırada başka bir İtalyan saldırısı vardı; İtalyanlar Arnavutluk’tan sonra Yunanistan’a da saldırdılar. Oysa Hitler, Mussolini’ye bunu yapmamasını söylemişti. Balkanların geri kalanı için uzun vadeli bir plan yapmıştı ve şu anda bu planı bozmamak gerekliydi. Yunanistan’ın işgali sadece İngiltere’nin Balkanlara inmesine neden olurdu. Ama Mussolini burnunun dikine gitti. Ancak sonraki bahar İngiliz ve Yunan askerleri tarafından geldiği yere, Arnavutluk’a geri sürüldü.
Daha kötü bir zamanlama olamazdı. Kış boyunca Hitler düşünmüş ve baharda havalar iyice ısınınca Rusya’yı işgal etmeye karar vermişti. Saldın 1941 Mayısının ortası için planlandı. Hitler, Napolyon’un Rusya’ya doğru Haziranda yola çıkıp, Eylülde Moskova’ya ulaştığını hatırlamıştı. Ancak kışın soğuğu ve karı yüzünden amacına ulaşamamıştı. Hitler daha erken davranıyordu.
Balkanlardaki durum ise bu zamanlama hesaplarını tehdit ediyordu. İtalya Arnavutluk’tan atılırsa Yugoslavya İngiltere tarafında yer alabilirdi. Yunanistan’daki İngiliz askerleri Romanya ve Bulgaristan’ı tehdit edebilir ve Nazi savaş araçları için yakıt kaynağı olan Ploesti petrolü bile tehlikeye girebilirdi.
Hitler’in sadece birkaç seçeneği kalmıştı. Önce Libya’daki durumu kurtarmak için oraya asker göndermek zorunda kaldı.
Arnavutluk ve Yunanistan meselesinde ise tek seçenek vardı. Rusya’nın işgalini ertelemek. Hitler 6 Nisan 1941’de Yugoslavya’ya büyük bir ordu gönderdi. Saldırıda Almanların üstün silahları gösteri yaptı. Bin askerden daha az bir kayıpla, Yugoslavya’ya yüz bin kayıp verdirildi. Başka bir Alman ordusu da Yunanistan’a daldı. İki aydan daha kısa bir süre içinde on binden daha az bir kayıpla Almanlar, İtalya için imkansız olan bir şeyi başardılar ve Yunanistan’ı aldılar. Bölgedeki İngiliz askerleri imha edildi.
Bu arada Libya’ya İtalyanlara yardım etmek için giden Almanlar olmayı planlamadıkları bir yerde yayılmıştı: Kuzey Afrika. 1942’de Almanya’nın bu bölgede yüz binden fazla askeri vardı. Bu yüz bin asker Stalingrad’da olsaydı farklı gelişmeler yaşanabilirdi.
Barbarossa Harekatı (Rusya’ya saldırının kod adı) sonunda planlanandan altı hafta geç başladı. Hitler’in orduları altı ay sonra Kremlin’e ulaştı. Sonra da Aralık ayının ilk haftasında geri çekildi. 1943’e gelindiğinde yaklaşık 300 bin Alman, Kuzey Afrika’da savaşıyordu ve hemen hemen hepsi öldü. Kuzey Afrika’daki bu yenilgi daha sonraki yenilgilerin habercisiydi.
Belki de en kanlısı Yugoslavya’da yaşanandı. Bölgede ilk kez başarılı olunmuştu ancak sonra İtalyanların kontrolüne bırakılınca Mussolini’ni her şeyi eline yüzüne bulaştırdı. 1942’de başta Tito’nun komünist partizanları olmak üzere, çeşitli direniş grupları örgütlenip saldırmaya başladılar.
1943’de Yugoslavya kanayan bir yara ve kaynayan bir kazandı. Komünist partizanlar, kralcılar, milliyetçiler, İtalyanlar ve Almanlar arasında sert çatışmalar oluyordu. Yugoslavya’nın geniş bir bölümü özgürlüğüne kavuşmuştu. Almanya sonunda bölgeye büyük bir ordu gönderdi ve Napolyon Savaşları’nda Fransa’nın İspanya’da karşılaştığı gibi Almanlar Yugoslav gerilla savaşıyla karşılaştılar. Bu, Almanlar için alışılmadık bir savaştı. Hitler’in dahiyane planı
II. Dünya Savaşı’nın nedenlerinden biriydi.
Mussolini ile müttefik olmasına gelince, Mussolini Hitler’e borcunu Rusya’ya iki yüz bin asker göndererek ödemeye çalıştı. İtalyanlar bu savaşta tüm II. Dünya Savaşı’nda kaybettiklerinden daha fazla adam kaybettiler. İtalyanlar, Stalingrad’daki Alman Altıncı Ordusuna yardıma gidiyordu. Ancak Rus saldırıları karşısında İtalyanlar da dayanamadı ve Altıncı Ordu’nun sonu hazırlandı.
Yine de Hitler arkadaşına sonuna kadar sadık kaldı. Müttefikler 1943’de İtalya’yı işgal ettiğinde, o güne kadar ortada görünmeyen, adı duyulmayan İtalya kralı parlamentoyla bir olup Mussolini’yi makamından indirdi. Şaşırtıcı bir şekilde Mussolini hır çıkarmadan yönetimden ayrıldı. Tutuklandı ve İtalya savaştan çekildiğini açıkladı. Hitler bir komando birliği gönderip Mussolini’yi kaçırdı ve ülkesinin kuzeyine gönderdi. Ve ona kukla bir hükümet ayarladı.
1945’de her şey bittiğinde Mussolini ülkeden kaçmaya çalıştı. Ancak İtalyan partizanlar tarafından yakalandı ve sokaklarda sürüklendi. Sonra da bir benzin istasyonunun levhasına asıldı. Mussolini ölümüyle bile Hitler’e ilham verdi. Hitler Ruslar tarafından sarıldığında çevresindekiler kaçmak için bir yol bulabileceği konusunda onu ikna etmeye çalışırken Mussolini’nin asılmış bir resmi Hitler’e ulaştı. Hitler asla o duruma düşmek istemediğine karar verdi ve kafasına bir kurşun sıktı.
Müttefikler bayağı şanslıydılar; Mussolini onların yanında değil Hitler’in yanında yer almayı tercih etmişti.
 
BİR KALE İNŞA EDİN AMA KAPISINI DA AÇIK BIRAKIN
Maginot Hattı 1939, Fransa
 
Şu Kamerun Savaşı’nı bir hatırlasanıza. Hani Fransızların 1860’da Meksika’yı işgalinde 60 Fransız lejyoneri 3 bin Meksikalının tuzağına düşmüştü. Kamerun’da o gün hala törenlerle kutlanır. Maginot Hattında da buna benzer bir olay meydana gelmişti. Fransız askeri uzmanları Birinci Dünya Savaşı’nın olumsuz etkilerini en aza indirgemek için harika bir yol bulduklarına inanıyordu.
Ancak bu plan, hem Alınanlardan, hem de Fransa’nın işe yaramayan müttefikleri Belçika ve İngiltere’nin üzerlerine düşeni yapmamasından dolayı başarısız olmuştu. Fransızlar bu kusursuz planın işe yaramadığına çok şaşırdılar.
1914’den 1916’ya Fransız ordusunu coşturan felsefenin kökleri Napolyon’a dayanıyordu: Teknolojik üstünlükleri ne olursa olsun, fanatik derecede inançlı bir ordu her türlü düşmanı yenen Bunun Fransa’ya maliyeti 1916’ya kadar makineli tüfeklere karşı göğsünü siper eden toplam bir milyon asker oldu. Neredeyse yansı da Verdun’da kaybedildi. O yılın sonunda da Fransız ordusu zaten isyan etti. Fransız komutanlar orduya ağır saldırılardan kaçınılacağı sözü vererek kontrolü ele almaya çalıştı.
1918’de Fransa ihtiyatlı bir şekilde tekrar saldırılara başladı. Ancak büyük kayıplardan sonra artık tamamen savunmaya dayalı bir savaş politikası izliyordu. Önceki üç yüzyılda 14. Louis’nin emrinde çalışan Vauban adlı mühendisin zamanından beri Fransa askeri mühendisliğin üstadı kabul ediliyordu.
Verdun’un etrafındaki surlar hayli eskiden kalma ve yeterince korumalı olmasa da o bölgedeki en ağır Alman saldırısını püskürtmeyi başarmıştı. Almanya, Rusya, ABD ve İngiliz strateji sileri hendekleri aşmak için saldırı sistemleri bulmaya çalışırken Fransızlar bu programı yürürlüğe koyan Maginot’nun adıyla anılan Maginot Haiti’ni oluşturdu.
Hattın inşası 1920’lerin sonlarında başladı ve küresel bir ekonomik kriz yaşanmasına karşın 30’ların başında inşaat hızla ilerledi. Dünya tarihindeki surlarla ilgili en büyük girişimdi. (Biri hariç, onu başka bir makalede tartışmak lazım.) İsviçre sınırından Fransa, Lüksemburg ve Belçika sınırlarının birleştiği Arden’a kadar olan hatta binlerce ton beton döküldü.
Bu set gerçekten de önemli bir mühendislik örneğiydi. Genelde 25 metreden daha derindi, üzerinde barakalar, tiyatrolar, hastaneler ve dar da olsa bir demiryolu vardı. Bir dahaki savaşta kimyasal gazların kullanılacağı düşünülerek hava filtresi sistemleri ve hava kilitleri de mevcuttu. Son savaşın etkilerini taşıyan bir orduya moral vermek için her şey düşünülmüştü. Bolca sağlanan en iyi şaraplar, aşçılar, resimler bu yapıda sıradan şeylerdi.
Setin üstü silahla doluydu. Ağır toplar tamamen yer altına saklanmıştı. Savaş anında kamuflajın altından çıkıp ateş ettikten sonra da yerin içinde kaybolacak şekilde ayarlanmıştı. Duvarlarda ise daha hafif silahlar serpiştirilmişti. Yer altında tamamen korunmalı bir şekilde duran askerlerin periskoplarla kullanabileceği makineli tüfekler, her açıyı görüp vurabilecek silahlar yerleştirilmişti. Savaş ya da bir kriz sırasında savaşan askerler içeriden desteklenebilecekti. Sur hattı kapatılıp savunmaya geçmek de mümkündü. Almanlar bir akılsızlık yapıp da saldırmaya kalkarsa her şey hazırdı.
Sadece tek bir sorun vardı. Fransızlar arka kapıyı açık bırakmıştı. Yani arkaları tamamen açıktı.
Bunun esas nedeni diplomatikti. Maginot Hattı ilk tasarlandığında İsviçre sınırından Manş Denizi’ne kadar 640 km. olması planlanmıştı ancak sonra Belçika sorunu çıkmıştı. Belçika, Birinci Dünya Savaşı’nda sadık bir müttefikti ama sonradan kendini tarafsız ilan etmişti. Bu nedenle de bu seti Belçikalılar bir tehdit olarak görüyordu.
Setin inşası Fransa’nın Belçika’nın tarafsızlığını dikkate almadığını ve Belçika’nın da Almanya’yla sorun çıkması halinde kendi başının çaresine bakmak zorunda kalacağını ima ediyordu. Fransa, Lüksemburg ve Belçika’ya birlikte bir savunma hattı oluşturmayı teklif etti. Ama olumlu yanıt alması olanaksızdı. Belçika bunun tarafsızlığına gölge düşüreceğini ve Almanya’yı da kızdıracağını düşünmüştü.
Belçika açısından dar kafalılığından kaynaklanan aptalca bir karardı. Ancak Fransızların sonraki adımları da pek akıllıca değildi. Fransızlar, Ardennes’nin kuzeyine doğru devam eden set inşasını durdurup beklemeye koyuldu. Kuzeye doğru önemli stratejik noktalarda bile inşaata devam etmeyi düşünmediler. Meuse geçidi, önemli demir yolları, Amiens kavşağı gibi yerleri güven altına almadılar.
İnşaat, bir nehrin yarısına kadar giden bir baraj yapıp, suyun durmasını beklemeye benzemişti. Bu politikanın bir nedeni de aslında parasaldı. İşe girişirken fazladan para ayırmış olmalarına rağmen Fransa’nın kaynakları tükenmişti. Zaten son iki bin yıldır Fransa’ya gelen saldırılar hep kuzeyden olmuştu. Bir fikir de güneye böyle bir set çekerek tüm adamlarını kuzeye kaydırma şansına sahip olmalarıydı, ama set inşa etmek bir savunma şekliyken bu fikir de tuhaf geliyor...
Sonunda 1939’da kriz patlak verip de Fransa ve İngiltere Almanya’ya Polonya’nın işgali yüzünden savaş ilan ettiğinde komedi başladı. Belçika da hemen harekete geçerek Fransız ve İngiliz askerlerinin topraklarına ayak basamayacağını açıkladı. Ne de olsa tarafsızdı.
Birkaç kişi Belçikalıları boş verip ilerleyelim dediyse de buna karşı çıkıldı. Sonraki dokuz ay içinde Fransız ve İngiliz askerleri Belçika sınırına yığılıp, Almanlar saldırsa da biz de Belçika’ya girsek diye beklemeye başladı. Maginot Hattında ise bir miktar asker bırakılmıştı, ancak Almanlar nasıl olsa buradan saldırmaz diye askerlerin çoğu kuzeye takviye gücü olarak kaydırılmıştı.
Nihayet 10 Mayıs 1940’da Almanlar Belçika’ya girdiler ve Belçika da müttefiklerin yardım için topraklarına girmesine mecburen izin verdi. (Aslında böyle komşuya ne derdin varsa kendin çöz, başının çaresine bak demek lazımdı ama neyse...) Almanların, Belçika’ya yapılan bir saldırıda müttefiklerin harekete geçeceği varsayımına dayalı planı zekiceydi.
Müttefikler Belçika’ya girdi. Almanlar birkaç gün daha bekledi. Sonra Ardenne’nin kuzeyinden Fransa’ya daldı. Belçika’daki savaşta müttefikler yüz binlerce asker kaybetti.
Bu zaferden sonra Almanlar güneye ilerleyip 10 Haziran’da Paris’i aldılar. Bir hafta sonra da Fransa ateşkes imzaladı ve savaştan çekildi.
Maginot Hattı mı? Kimsenin çarpmak istemeyeceği bir duvar olarak hayatını sürdürmeye devam etti. O kadar mükemmeldi ki, kimse ona saldırmaya cesaret edemezdi. Ancak o kadar pahalıya mal olmuştu ki, Fransızlar, Almanlar saldırsa da şu duvar işe yarasa diye bakıp durdular.
Almanların ise hiç öyle bir niyeti yoktu. Fransa’da bayağı bir sallandıktan sonra Almanlar hatla yüz yüze gelmişlerdi ama yanlış taraftan. Silahlar yanlış tarafa dönüktü!
Almanlar, Fransızları çatışmaya girmeden teslim almaya çalışıyorlardı. Fransızlar da uğraştırmadan teslim oluyordu. Fransızların intihar sayılabilecek bir onurla Almanlara "kolaysa siz gelin alın" vakalarına çok az rastlandı. Bu ender vakalarda da Almanlar trajik tepkiler veriyordu. Beraberlerinde getirdikleri ağır inşaat makineleriyle, "gelin alın" diyenlerin evlerini başlarına yıkıyorlardı.
Sonuçta Maginot Hattı büyük bir mezar oldu. Birkaç yıl sonra Fransızlar duvarın bir kısmını otoyol yapmak için yıktılar. Otoyol inşaatı sırasında yedi yıl boyunca duvarların altındaki sığınaklarda yaşayan yarım düzine adam buldular. Adamların arkadaşlarının çoğu delirmiş ya da intihar etmişti. Hayatta kalanlar konserve, peynir ve büyük miktarlardaki şarapla beslenmişti. Yasal olarak ölü ilan edildiklerinden eve dönüşleri tuhaf olmuştu. Çünkü karıları evlenmişti!
Bu milyonlarca dolarlık yatırım bugün ilk amaçlarından birini hala gerçekleştiriyor: Harika bir şarap mahzeni görevi görüyor. Bölgenin çiftçileri de dahiyane bir fikirle hattın bazı kısımlarını gübreyle kaplamış paşa paşa mantar yetiştiriyorlar.
 
BUŞİDO POLİTİKASI
Kazanamayacaklarını Bildikleri Halde Savaşa Girdiler 1941, Japonya
 
Bazen propaganda o kadar iyi yapılır ki, propagandayı yapan bile söylediklerine inanır. 1941’de Japonların ABD ile savaşa girme karan almaları böyle bir aldanmaya örnektir.
Japonların samuraylara kadar giden ihtişamlı askeri geleneği pek meşhurdur. Japonya hızla gelişen Batı dünyasına ayak uydurmak için canla başla çabaladı ve 1904-1905 Rus-Japon savaşında Rusya gibi bir Batı devini yenerek dünyayı şaşırttı. Birkaç yıl sonra Japonya, İngiltere ile Pasifik’te bir ittifak anlaşması yaptı ve Birinci Dünya Savaşı boyunca Batı’ya sadık kaldı. Ancak savaş sonrası pastanın bölüşülmesi sırasında Müttefikler Japonya’yı unutmakla büyük bir hata yaptılar.
Japon elçilerinin Versailles’da anlaşma yapılırken takdimi çok komikti, çünkü geleneksel Japon kıyafetleriyle gelmişlerdi. Truk ve Gilbert adaları gibi uyduruk, eski Alman kolonileri verilip yollanmıştı Japonlar, Bu arada görüşmeler ve anlaşmalar da esas oğlanlar arasında devam ediyordu.
1920’lerin anlaşmaları Japonlar için bir hakaret gibiydi, çünkü bir ada devleti olan Japonya’nın donanmasına sınır getiriliyordu. Batı dünyası Japonya’nın Pasifik’in dışına çıkmasını istemiyordu. Ayrıca bir büyük hakaret daha yapıldı. Mançurya’da askerleri olan Japonya’ya karşı ABD, Çin’in kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olduğunu ve kimsenin Mançurya’ya göz koymaması gerektiğini bildiren bir açıklama yaptı.
Japonya için bu dayanılmaz bir iki yüzlülüktü. Daha bir kuşak önce İngiltere, Fransa, Almanya ve minik Belçika bile tüm dünyada acımasızca bir sürü sömürge ele geçirmişti. ABD ise İspanyollarla bir savaşı körüklemekten çekinmemiş ve Pasifik’te kalan son İspanyol sömürgelerini almıştı. Japonlar ilk başta şaşırdı.
1930’da Sovyet birlikleri Mançurya’ya uydurma bir nedenden dolayı girdi ve sonra çekildi. 1931’de ise Japonya, Mançurya’da bir darbe yaptı ve birkaç ay içinde kendi kontrolünde kukla bir hükümet kurdurdu. Rus yayılmacılığına karşı önlem aldığını söylüyordu ancak bu gerekçe Batı’yı memnun etmedi.
Çin’in sırası birkaç yıl sonra geldi. Japonya eski bir tekniği kullanarak Çin’e gönderdiği askerlerin buradaki anarşiyi engelleme amacında olduğunu açıkladı. Milliyetçi Çin, Komünist Çin ve Japonya arasında üçlü bir savaş başladı. Ama dışarıdan bakıldığında, özellikle ABD’de en büyük düşman Japonya gibi gözüküyordu.
Japonya 1937’de Nanking’e saldırarak ABD’nin Çin’i korumasını zora soktu. 250 binden fazla sivil öldü. Amerikan misyonerleri olaylara şahit oldu ve kameralarla görüntüledi. Bunun üzerine ABD, Japonya’ya karşı sertleşti.
ABD’nin uyguladığı baskıyla Japonya Çin’in tamamım fethetmekten vazgeçti ve daha az saldırgan bir politika izlemeye karar verdi. Ancak ABD, Japonya’dan nefret etmeye başlarken bir şey oldu; Panay Olayı!
12 Aralık 1937’de Japonlar Nanking yakınlarında demirlemiş Amerikan savaş gemisi Panay’e saldırdı. Amerikan askerlerinden ölenler oldu. (Aya ilk ayak basan adam Neil Armstrong’un babası da bu gemiden kurtulanlar arasındaydı.) Japonya daha sonra özür diledi ve tazminat ödedi. Ama iki taraf da bunun bilinçli bir saldırı olduğunu biliyordu.
Japonların olaya bakışı sertleşiyordu. Öteki büyük güçler sömürgelerini almışlardı ve Japonların da böyle bir hakkı olmalıydı. Japon ordusunda iki farklı görüş belirdi: "Kuzey Ekolü" ve "Güney Ekolü". Kuzey Ekolü, Çin’e daha sert çıkılmasını ve Rusya’ya karşı savaş açılmasını savunuyordu. Sibirya’nın geniş toprakları ve Orta Asya’nın petrol kaynakları Japonları bekliyordu. Ancak 1938 ve 1939’da Rusya’yla girişilen çatışmalarda Japon ordusu dağıldı.
Bu durumda Güney Ekolü ağırlık kazandı. Bu ekolün esas amacı sömürge kazanmaktı. Hollanda ve Fransa’nın sahip olduğu sömürgelerde zaten petrol vardı. Ve Avrupa’da savaş patlak verince buralar daha da çekici hale geldi. Bu sömürgelerdeki petrolün ele geçirilmesi Japon donanması için sınırsız yakıt anlamına gelecekti ve belki de İngiltere tahtının mücevheri Hindistan Japonların olacaktı.
Karar anı gelmişti. Onlara engel olabilecek tek bir güç kalmıştı: ABD. Ama bu arada da ortaya ilginç bir durum çıkıyordu, çünkü 20, yüzyılın başından beri birçok Japon genci üniversite eğitimi için Amerika’ya gidiyordu. Japon donanmasının stratejisti, ünlü amiral Yamamato bile eğitimini Amerika’da almıştı. ABD’nin yetiştirdikleri şimdi ABD’ye karşı savaşacaklardı.
Hitler, ırkların karışması, Hollywood ve caz müziği gibi şeyler yüzünden ABD’nin gücünü kaybettiğini iddia ediyordu. Kendi ırkçı teorileri ve üstün savaşçılıklarıyla kafayı bozmuş olan Japonlar da Amerikalıların savaş meydanında kendilerinden korkacağını düşünüyorlardı. Buşido geleneğinden Amerikalıların haberi yoktu. Buşido göğüs göğüse çarpışma demekti. Böyle bir çatışmada doğal olarak Amerikalılar kaçacak ve zafer Japonların olacaktı.
Güney ekolü üstün geldi ve Pasifik bölgesindeki sömürgelere ilerlemek için planlar geliştirildi. Fransız hükümetinin düşüşünden hemen sonra 1940’da Japonlar Fransa’ya ait Hindi Çin kıyılarına gösterişli bir birlik gönderdi. 1940 Eylülünde ise Fransızlara ait bölgede hava üsleri kurmaya başlayınca ABD de Japonya’ya çelik ambargosu koydu. Ayrıca Japonya Hindi Çin’in tümünü ele geçirmeye kalkarsa Japonya’nın petrolünü de keseceğini duyurdu.
1941 baharının sonlarında Japonya harekete geçti. Hindi Çin’in geri kalanını kontrol altına aldı ve ABD daha önce söylediği gibi Japonya’nın petrolünü su keser gibi kesiverdi. Japonya çizgiyi geçmişti ve iki taraf da buna hazırdı.
Japonya büyük miktarlarda petrol stoku yapmıştı. Ancak savaş şartlarında Doğu Endonezya’daki stoklar ele geçirilmezse bir yıldan daha kısa bir sürede bu stok tükenirdi. Güney Ekolü Japonya’yı ABD ile kafa kafaya bir savaşa girmeye zorladı.
Doğru olan bu gibi görünmüştü. Bu stratejiyi planlayan adamların hemen hemen hepsi 1904-1905’teki Rus-Japon Savaşı’ndan geliyordu. Bu savaş, Arthur limanı civarındaki Rus donanmasına yapılan sürpriz bir saldırıyla başlamıştı. Rus donanması Tsuşima Savaşı’nda yok edilmiş ve Ruslar barış istemek zorunda kalmıştı.
Bu savaş modeli şimdi ABD’ye karşı da uygulanacaktı. Açılıştaki sürpriz saldırı ABD’nin Pasifik Filosunun Pearl Harbour’da imha edilmesi olacaktı. Saldırı güçleri Hollanda’ya ait Doğu Endonezya’yı ele geçirirken, kalan birlikler de Pasifik’teki Amerikan üslerini ele geçirip Filipinler’deki Amerikan güçlerini imha edecekti. Amerikan filosundan geri kalanlar -buna Atlantik gemileri de dahildi- Manila’ya yardıma gelmeye zorlanacak ve son bir savaşla Japonya zaferi kazanacaktı. Batı Pasifik’teki güçlü düşmanlarıyla karşılaşınca ABD kendi ülkesine çekilecek ve sesini kesmek zorunda kalacaktı.
Tüm bu plan en azından kağıt üzerinde iyi bir fikir gibi görünmüştü. Japonlar da buna inanmıştı. Yamamoto, Amerikan donanmasını tanıdığından birtakım şüpheler içindeydi. Şöyle bir nokta vardı: Bu bir sürpriz saldırıydı, ama saldırıdan birkaç saat önce Amerikan hükümetine bildirilmek zorundaydı. Yamamoto Amerikalıları iyi tanıyordu. Savaş ilan edip birkaç saat sonra da saldırıldığında Amerikan halkı o kadar öfkelenmeyecek ve bir an önce barış yapmak isteyecekti.
Bu konuda yoğun bir tartışma başladı. Sonuçta savaş savaştı ve Doğu ekolü sürpriz saldırının geleneksel bir savaş yöntemi olduğunu düşünüyordu. Hatta olması gereken buydu. Burada bir Doğu-Batı çelişkisi yaşanması kaçınılmazdı. Ordudaki batı eğitimli subaylar uyarıda bulunuyorlardı.
Yapılan propaganda Amerikalıların yerinde bir tepki veremeyeceğine ikna etti Japonları. Zaten savaşçının sahip olması gereken Buşido disiplininden haberleri de yoktu.
Ve saldırı başladı. Tarihin en parlak saldırılarından biriydi. Dünyanın neredeyse altıda birini kaplayan geniş bir alanda uçaklar ve gemiler koordinasyon içinde düşman hedeflerini sürpriz saldırılarla vurdular. O hız ve güvenle de kendilerine karşı çıkan herkese savaş açtılar. Ama bu da savaşı kaybetmelerine neden olacaktı. Askeri planları harikaydı ama diplomasileri çok zayıftı Japonların. Diplomatik ilişkileri kestiklerini üçüncü sınıf bir haberleşme sistemiyle bildirdikleri için bu bilgi saldırıdan saatler sonra Amerika’ya ulaşmıştı. Bu gafı duyan Yamamoto "Korkarım tüm yaptığımız uyuyan bir devi uyandırmak oldu" demişti.
Savaş ilanı saldırıdan Önce ulaşmış olsa bile işe yaramayacaktı, çünkü ABD apar topar Filipinler’deki birliklerine yardıma koşmadı. Filipinler’deki orduyu feda edip daha sonra daha güçlü bir orduyla ortaya çıkabileceğini düşündü.
Japonların Amerikalıları savaşa girmeye zorlamasının ardından Midway’deki deniz savaşında kesin zaferi elde edeceklerini düşünüyorlardı. Ancak hiç de öyle olmadı, Japonlar düşmanlarını fazlaca küçümsemişlerdi. Amerikan pilotlarının bombalarıyla denizin dibini boylayan gemilerini gördükçe Japon donanmasının komutanı Nagumo yanındakileri dönüp "Vay anasını bu Amerikalıların da Bushido’su varmış" dedi.
Japonların saldırısının Roosevelt’i savaşa girmek zorunda bıraktığına dikkat çeken birçok tarihçi Japonların bu saldırı ve tahrikleri olmasa ABD’nin savaşa fiilen girmeyebileceğim ileri sürerler. Japonya’da Kuzey Ekolu ipleri eline geçirseydi ABD’ye saldırmayacak ve muhtemelen savaşın gidişatı ve tabii bugünkü dünya çok farklı olacaktı.
 
SİNGAPUR SANMIŞTIK
Amerikalılar Japon Planlarını Hafife Alınca 1941, Pearl Harbor
 
1941 Aralık ayına gelindiğinde Japonya ve ABD arasındaki gerilim onuncu yılına girmişti. Delano Roosevelt, Japon yayılmacılığına karşı hep tetikte olmuştu ve Japonya’nın Çin üzerindeki hevesleri rahatsızlık vericiydi. O sırada Japonya bütün demir, çelik ve petrolünü ABD’den alıyordu ve bu malzemeleri stoklamadan ABD’yle aralarını bozmak istemiyordu.
Japonların İtalya ve Almanya ile üçlü ittifaka girdiği 1940 Eylülünden beri sinirler gergindi. Japonya Hindi Çin’in tümüne el koyunca ABD Japonya’ya petrol, demir ve çelik ambargosu uygulamaya başladı. Arkasından da Panama kanalını Japon gemilerine kapadı. 1941 Ekiminde Japonya’nın savaş yanlısı partisinin başkanı General Hideki Tojo başa geçti. İki taraf da savaşın kaçınılmaz olduğunu biliyordu, ancak yine de Washington’da anlaşma arayışları devam ediyordu.
25 Kasım 1941’de ABD ile görüşmeler devam ettiği halde Tojo uçak gemilerini Hawai’ye doğru yönlendirdi ve askerlerini Malezya sınırına yığdı. 6 Aralık’ta Roosevelt, Japon imparatoruna barış için son bir çağrıda bulundu ama işe yaramadı. Amerikalılar ise Japonların ilk Singapur’a saldıracağını ve ABD’nin İngiltere’ye yardım edip etmeme konusunda kararsız kalacağını hesaplayacaklarını düşünüyordu. ABD’ye karşı doğrudan bir saldırı olacağını düşünmüyorlardı. Uzmanlar o kadar emindi ki, Japonya’nın Singapur’a saldırması sabırla bekleniyordu.
Ohau’da üslenmiş iki Amerikan radar operatörü 2 Aralık’ta bir Japon saldırı gücünün yaklaştığını bildirdiğinde yanlış yaptıkları düşünülmüştü. Pearl Harbor yönetimi de alarma geçmeye gerek olmadığını düşünmüştü. Pearl Harbor’un hedef olabileceğini gösteren hiçbir delil yoktu. Honolulu’daki bir Japon ajanından Pasifik filosu hakkında bir rapor istendiği bilinmesine rağmen bunun bir öneminin olacağı düşünülmemişti. Sonuçta Washington Japonya’nın önce Singapur’a saldıracağından emindi.
En sonunda 7 Aralık 1941 sabahı Pearl Harbor’da sıradan bir gün gibi başladı. Subaylar ve gemi personeli kıyıdaydı. Uçaklar yerlerinde duruyordu ve cephaneler başka yerde saklanıyordu. Filosunun attığı demiri koruyacak torpido ağları bile yoktu. Çünkü Pearl Harbor güvenli bir yerdi.
Düşünülmeyen, hiç beklenmeyen saldırı iki dalga halinde gerçekleşti.
İlk dalga Pearl Harbor’u 7 Aralık 1941’de sabah 7:55’de vurdu. Japonlar altı uçak gemisi ve 432 uçak göndermişti. 9:45’de görev sona ermişti ve uçaklar gemilere döndü. Oahu’daki Amerikan uçakları, sekiz savaş gemisi, üç destroyer, üç keşif gemisi imha edilmişti. İki binden fazla kişi de ölmüştü.Japonlar ise sadece 29 uçak kaybetti.
Amerikan Pasifik Donanması Komutanı Amiral Kimmel ve Hawai Askeri Bölge Komutanı General Short, Pearl Harbor’da Japonlara savunmasız yakalandıkları için görevden alındılar. Amerikalılar şans eseri daha büyük kayıp vermekten kurtulmuştu. Pasifik filosunun bir parçası olan üç büyük uçak gemisi ve dev petrol tankerleri saldırı sırasında Pearl Harbor’da değildi.
Böylece Amerikan donanması ciddi ölçüde zarar gördü, ancak Roosevelt’in "daima utanç içinde hatırlanacak bir gün" diye nitelendirdiği saldın gününün hemen ertesi günü yeni gemilerin inşasına başlandı.
Son bir not: Japonya Pearl Harbor’dan bir gün sonra Singapur’a saldırdı ve 15 Şubat 1942’de ele geçirdi.
 
DOST DEDİĞİN YANLIŞINI TEKRARLAR
Hitler ABD’ye Savaş İlan Ediyor 1941, Almanya
 
1941 Aralık ayının ilk haftasıydı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikalıların belki de ülkelerine en sadık haftasıydı. Birçok Amerikalı Pearl Harbor olayına orduya yazılarak yanıt vermişti. Sonra da Japonya’ya savaş ilan edildi. Ancak Almanya ile ilgili bir karar çıkmadı. İşte bu yüzden Alman Führeri Adolf Hitler bazı yanlış kararlar aldı.
Ne oldu da Almanya Amerikalıları karşısına aldı? Almanya hızla Avrupa’da ilerlemiş ve Önce Polonya, sonra Norveç, Danimarka, Fransa, Yunanistan, Balkan ülkeleri derken, Batı Rusya da ele geçmek üzereydi. Bu noktada iki pürüz çıktı. Biri başarısız İngiltere saldırısı, öteki de Almanların Kuzey Afrika’daki küçük gücü Rommel’in İskenderiye’den gelen İngiliz kuvvetleri tarafından sıkıştırılmasıydı.
Rusya’daki saldırı ilerliyordu. Sovyetlerin kalbi olan Ukrayna düşmüştü. Leningrad kuşatılmış ve insanlar açlıktan ölmek üzereydi, Alman ordusu Kremlin’e yaklaşıyordu. Ancak Moskova yolundaki ordu Hitler’in emriyle kuzey Ukrayna’ya çağrıldı ve oradaki Rus ordusunun etrafı çevrildi. Sonuçta askeri tarihin en büyük toplu katliamlarından biriyle Sovyetler Birliği 700 bin asker kaybetti. Ardından Moskova’nın da düşüşüyle direniş kırılacak ve Stalin kaybedecekti.
Bunun hevesiyle Almanlar o son saldırıya geçti. Ancak Rusya’da son elli yılın en soğuk kışı başlamıştı. Alman ordusunun bu şartlar için donanımı yetersizdi. 5 Aralık’a gelindiğinde Almanlar Mançurya ve Sibirya sınırındaki Rus güçlerinin 10 bin km. uzakta olduğunu düşünüyordu. Ama güçlü ve iyi eğitimli Sibirya ordusu Moskova’yı kurtarmak üzere gelmişti.
Japon uçaklarının Pearl Harbor’u bombaladığı gün Sibirya ordusunun birlikleri de Moskova’da Almanları durduruyordu.
Şimdi İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren başarısız planlara bir bakalım. Savaştan önce Almanya ve Japonya görüşme yapmıştı ve Japonya Pasifik’teki Fransız-İngiliz birliğine karşı bir müttefik arıyordu. Hitler de Japonları yanında savaşa sokup Rusya’ya Sibirya’dan saldırtmak istiyordu. Japon ordusundan da bu fikre sıcak bakanlar vardı. Ancak Stalin bu planları öğrenmişti. O yüzden Almanlar saldırır saldırmaz Sibirya birliklerini harekete geçirmişti.
Rusya’ya karşı saldırı başlatılır başlatılmaz Alman Dışişleri Bakanı Japonlara Sibirya’nın alınmak için onları beklediğini bildirdi ama Japon tarafında sessizlikle karşılandı. Japonlar Pearl Harbor planıyla meşguldü. Hemen hemen tüm Alman Genelkurmayı, Japonya’nın ABD ve İngiltere’ye saldırdığını duyunca şaşırdılar. En azından İngiltere’ye saldırmaları ilginç bir haberdi. Bu,
İngiltere’nin kaynaklarını bir savaş için daha parçalayacağı anlamına geliyordu. ABD’ye gelince, Alman subayları nefeslerini tuttu.
ABD hala olaylardan uzak kalma duygusu içindeydi ve savaşın dışındaydı. Amerikalılar İngiltere’ye ve Sovyetler’e yapılan anlaşmalar çerçevesinde bazı desteklerde bulunuyordu. Bir ay önce Amerikan birlikleri İzlanda’ya çıkmış, Almanlar ve Amerikalılar karşılaşmış ancak ABD hala işin içine pek girmemişti.
Hitler’in danışmanlarının Japon saldırısına tepkisi farklı farklıydı. Japonların Rusya’ya saldırmamasından duyulan bir rahatsızlık vardı. (Aslında sonraki on yılda Japonlar Ruslarla diplomatik ilişkileri geliştirmişti.) Almanlar Pearl Harbor saldırısını Amerikalıların Almanya’ya da savaş açmak için bahane olarak kullanmasından korkuyorlardı.
Ardından 11 Aralık’ta Hitler ABD’ye savaş ilan etti.
Bu sefer Hitler’in danışmanları şaşkınlık içindeydi. Neden ABD’ye savaş ilan etmişlerdi ki? Rusların işinin hala bitmemiş olduğu ortadaydı, İngiltere’nin hala bir çobana ihtiyacı vardı ve Japonların da güvenilmez bir müttefik olduğu belli olmuştu. Japonlar Rusya’ya saldırmayı reddediyorlardı. Bu da Sibirya ordusunu serbest bırakmak demekti.
Anlaşmaları bir zamanlar yırtıp atan Hitler, Almanya ve Japonya arasında bir dostluk anlaşması olduğunu ve Almanya’nın Japonya’yı ABD’ye karşı desteklediğini açıkladı. Japonların San Francisco’da yapılacak bir anlaşmayla istediklerini yaptıracakları kehanetinde de bulundu.
Hitler’e Amerikalıların Birinci Dünya Savaşı’ndaki rolü, özellikle Fransızlara ve İngilizlere yaptıkları sınırsız yardım hatırlatıldı. Ayrıca Almanya’nın ABD’ye saldıracak yeterli donanımı yoktu. ABD yıllardır oturup güçlü bir donanma yarattıysa onunla başa çıkmak zor olacaktı.Danışmanları Amerikan propagandasının etkisinde kalınca Hitler öfkeyle karşı çıktı. Japonlar ABD’nin zayıf yönünün farkına varmış ve bunu kullanıyordu. ABD de Museviler yüzünden "bozulmuş"tu. Artık Amerikan halkını yola getirmenin zamanı gelmişti.
Ancak Hitler’e Moskova’daki durumun kötüye gittiği anlatıldı. Hitler bunun geçici bir durum olduğunu söyledi ve orduyu geri çekip baharda daha güçlü bir şekilde saldırma fikriyle dalga geçti.Sert, kesin ve tartışmasız bir şekilde Sibirya ordusuna karşı savaşılmasını emretti.
Sonraki bahar Almanya gerçekten de yeni birliklerle saldırdı ancak 1941’deki ordu kadar güçlü eğildi. Wehrmacht kışın bir milyondan fazla kayıp vermişti. Leningrad’ı kuşatıp Moskova’yı alacak güçleri kalmamıştı. Ukrayna’nın kontrolü de elde tutulamıyordu. Bu arada Kuzey Afrika’da da Alman askerleri vardı.Rusya’da savaşa devam edip ABD’ye savaş ilan etmek o zaman için iyi bir fikir gibi görünmüş olabilir, ancak bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı.
 
HAYIRLI BİR FİYASKO!
Almanya ve Berlin Duvarı 1944,Almanya
 
Fransızların Maginot Hattının kuzeyinde Ardenne’leri geçişlerinden bir hafta sonra Alman orduları Manş Denizi kıyılarındaydı. Modern savaş tarihinin en büyük başarılarından birini gerçekleştirmişler ve üç haftadan kısa bir sürede Fransa’yı teslim almışlardı. İngiltere yalnız kaldı. O yaz ve 1940 sonbaharında asla gerçekleşmeyecek bir Alman işgalini beklemeye koyuldu.
İki yıl sonra durum tamamen değişti. İngiltere’nin yakında çökecek önemsiz bir ülke olduğunu düşündüğünden Hitler yüzünü Rusya’ya döndü. Şimdi 1942’lerin sonuydu ve Stalingrad’da tükenmek üzere olan bir Alman ordusu vardı. Başka bir ordu da El Alamein’de İngilizlere yeniliyordu. Kuzey Afrika’daki birlikler ise Amerikan kuvvetleri tarafından paralanıyordu. Er yada geç, belki bir yıldan daha kısa bir sürede, İttifak devletleri Manş Denizi’ni kontrol altına alıp Fransa’yı işgalden kurtarmak için saldırabilirlerdi.
Maginot Hattı bir başarısız savunma anıtı gibiydi ve Fransa için kötü bir ündü. Ancak Almanlar da kendi Maginot hatlarını yaptılar. Teknik açıdan Fransızlarınkinden çok daha üstündü ama seçilen yer felaketti. Ancak Stepnen Ambrose gibi bazı tarihçiler yaptıklarının o zaman için makul göründüğünü iddia eder. Belki de bu büyük aptallığın nedeni Erwin Rommel’in sorumluluğunda inşa edilmiş olmasıydı.
Rommel adı Nazi tarihinin en büyük taktik ve operasyon ustasına aittir. Politik olarak güçlü bir askerdi ve 1944’de Hitler’e düzenlenen darbenin içinde yer almıştı. Eğer başarılı olsaydı Almanya’nın başına da geçebilirdi. Ancak Gestapo’nun eline düşmesinden sonra intihar etmeye zorlandı.
1942-43 kışında Kuzey Afrika’da Almanların savaşı kaybedişinden sonra Rommel geri çağrıldı. Sözde bir burun rahatsızlığı vardı ama esas amaç savaşı kaybetmiş olmasıydı. Hastalığından kurtulur kurtulmaz Führer’le görüşmüş ve Hitler Müttefik kuvvetlerin Fransa üzerinden gelişebilecek bir saldırısına karşı savunma hazırlamasını Rommel’den istemişti.
Batı Duvarı, bir Nazi propagandasıydı ve her yerde çok güçlü olduğu anlatılıyordu. Rommel de işin başına geçecekti. Rommel kabul etti ancak böyle bir görev için emir komuta zinciri çok karışık ve yetkileri çok sınırlıydı.Aslında çok salakça olan bu plan nasıl oldu da devam ettirildi? Rommel aslen Batı Duvarı fikrini benimsemişti ve savaşın kaderinin "su kıyısında" belirleneceği lafını da etmişti.
Bu işe isteyerek girip silahlardan sorumlu Albert Speer ile ortak çalıştı. Beton gibi maddelerin sağlanmasında ona öncelik tanınmasını ayarladı. Ancak Rommel, Batı Duvarının durumunun pek parlak olmadığını kısa bir keşif sonucunda anladı.
Sonraki yıl Rommel yüz binlerce askeri harekete geçirdi. Askerler ya çok genç ya da Rus savaşlarından kalma eski askerlerdi. Deniz kıyısında surlar yapmak için büyük kaynaklar kullanıldı. Uzunluğu 3000 kilometreyi geçen tüm sahil şeridi çıkartmaya karşı çelik bir setle korunacaktı. Rommel çok fazla kaynak tüketir olmuş ve daha da fazla istiyordu. Maginot Hattından daha güçlü bir setti bu. Milyarlarca dolar harcandı ama aslında sonuç koskoca bir hataydı. Yaptıran Büyük Rommel olunca tarihsel açıdan bazıları için kabul edilebilir duruma geliyordu.
Bu setin yapılmasının somut sonuçları oldu. Pas de Calais bölgesinde savunma hayli güçlüydü dolayısıyla buradan bir çıkartma yapılamazdı. Bu durumda dikkatler ikinci uygun yer olan Normandiya’ya çevrildi.Rommel, İttifak devletlerinin deniz yükseldiğinde saldırmasını bekliyordu. Ancak deniz çekildiğinde bir kumsaldan kıyıya çıkacakları kimsenin aklına gelmedi. On binlerce ton çelik ziyan olmuştu.Surlara gelince, en önemli sorun şu; eğer sur yapacaksanız her yeri çevirmek zorundasınız. O zaman düşman zayıf bir yer arar, bulur. Ama siz de oradan gelecek saldırıya yoğunlaşırsınız.Yüz kilometrelik sahil şeridinde Müttefiklerin karaya çıkabilecekleri tek yer Omaha’daydı. Omaha ise bir delik gibiydi. Bir sabah Müttefikler saldırdı ve tüm askerler buradan sızdı. Sonucunda ise Almanya Fransa’yı kaybetti.
Alman Batı Duvarı tarihin en devasa fiyaskolarından biridir. Fransızların Maginot Hattı her şeye rağmen bir işe yaramıştı çünkü hiç olmazsa Almanlar bu hatta saldırmayı göze alamamış, kuzeyden, hattın olmadığı noktadan Fransa’ya girmişlerdi. Ama Almanların hattı böylesi bir işe de yaramadı. Omaha ve diğer dört noktada karaya çıkan Müttefikler önünde Alman ordusu bir gün bile duramadı.
Bununla birlikte birçok tarihçi, çıkartma sabahı Rommel cephede işinin başında olsa ve istediği yetkiler de verilmiş olsa Müttefikleri gerisin geriye denize dökebileceği görüşündedir.
Fransa’ya yapılan saldırının komutanlarından ve Maginot Hattını kuzeyden ilerleyerek etkisiz kılmayı önerenlerden biri de Rommel’di ama daha sonra kendisi yine bir işe yaramayacak benzer bir hattı kurmaya kalkışmıştı. Gerçi işin şöyle bir yana daha var; eğer Rommel’in duvarı işe yarasa ve Müttefikler Normandiya çıkarmasında başarısız olsaydı, altı ay sonra dünyanın ilk atom bombası Hiroşima’ya değil muhtemelen Berlin’e atılacaktı. Onun için belki de bu fiyasko sonuçta Almanya’nın hayrına olmuştur.
 
KARŞILIK BEKLEMEDEN
Roosevelt Dükkanı Bağışlar 1945, Yalta
 
Winston Churchill, Joseph Stalin ve Franklin Roosevelt Yalta’da buluştuklarında II.Dünya Savaşı’nın birkaç ay içinde bitmesini beklemiyorlardı. Almanya hala savaştaydı. Bulge Savaşı biteli iki ay olmuş ve herkes kendi derdindeydi. Stalin, Alman ordusunun yenilgisini izliyordu. Yirmi milyona yakın insan kaybeden Rusya’nın kaybı oransal olarak Fransa’dan daha fazlaydı. Churchill ise Avrupa, komünizm ve Yakındoğu ile ilgileniyordu. Roosevelt’in sorunu ise en büyüğüydü.
Japonlar kendi adalarına çekilmeye zorlanırken sergiledikleri fanatik direnişte azalma görülmemişti. Kamikazeler hala iş başındaydı.
Japonlara karşı verilen savaşın bir sonraki aşaması artık Japon adalarının işgaliydi. ABD’nin Japonların ele geçirdiği adalarda yaptıkları savaşlarda verdiği kayıp beş yüz bin kadardı. Çoğu da kamikaze saldırıları yüzündendi. Aynı şeyler tekrarlanmak üzere bekliyordu.
Manhattan Projesi olarak bilinen atom bombası ise ABD’yi umutlandırdı ancak kimse bombanın işe yarayıp yaramayacağından emin değildi. Bu arada Stalin Avrupa’da ne var, ne yok diye bakarken, Churchill de Stalin’e bakıp şu savaşı nasıl bir an önce bitirsek diye düşünüyordu. Roosevelt ise Japonların yenilgisi için Rus yardımının şart olduğunu görüyordu.
Ama öte yandan Rus yardımına duyulan ihtiyaç Rusların da bu adalara çıkacağı anlamına geliyordu. Bu anlaşma Almanya için de üç bölgeyi kapsıyordu (Fransızlar daha sonra Potsdam’da katıldı.) Almanların teslim olma süreci hızlanıyordu. Ancak Roosevelt Rusya ile ilgili olarak rahatsızdı. Anlaşma Rusya’ya Polonya’yı doğrudan yönetme hakkı veriyordu. Rusya’nın hakim olduğu yerlerde nasıl bir hükümetin seçileceğini Churchill ve Roosevelt tabii ki biliyordu. Rusya ise bun karşılık Japonya’ya savaş ilan edecekti. (Ama etmedi.) Roosevelt istediğini aldı ve Müttefiklerden bir ordusu oldu. Rusya ise Avrupa’nın yarısını onlara verdikleri için teşekkür etti.
Japonya’nın işgali asla gerçekleşmedi. Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombası atıldı ve Missouri savaş gemisinde imzalanan anlaşmayla II. Dünya Savaşı’nın Pasifik ayağı sona erdi. Rusya’nın Japonya’ya asker göndermesine gerek kalmadı. Komünist partiler yüz milyon Avrupalıyı yönetmeye başladı. Yalta Bildirisi en çok Stalin’in işine yaradı. Başkan Roosevelt Doğu Avrupa’nın komünist rejim altına girmesinin o zaman için en uygun karar olduğunu düşünmüştü.
 
ŞECAAT ARZ EDERKEN SİRKATİNİ SÖYLER
Nürmberg Davalarında Sunulan Nazi Belgeleri 1945-46, Almanya
 
1918’de gaz yüzünden bir süre gözleri görmeyen Hitler eğer gözleri iyileşirse mimar olma planlarını bırakıp politikacı olmaya kendi kendine söz verdi. Görme yetisini tekrar kazandığında Almanya’yı bulunduğu umutsuz durumdan kurtarıp ait olduğu yere yükseltmek için ant içti. Ama daha sonra planda bir değişiklik yaptı.
Tarihin önceki delilerden daha da deliydi ve 20. yüzyılın en büyük demogoguydu. Yaptığı işlerin kaydını çok sıkı tutturuyordu. Gelecek nesillerin bunlardan faydalanmasını istiyordu.
Hitler ve propaganda bakanı Joseph Goebbels ise kayıtlardan fazlasıyla ilgileniyordu. Almanya o sırada film yapımında uluslararası bir merkezdi. Babelsburg’daki stüdyolarda bugün klasik olan yönetmenler çalışırdı; Fritz Lang (Metropolis, M), F.W. Murnau (Nosferatu) ve Robert Wiene (Dr. Caligarınin Dolabı) bunlardan bazıları. Dahası yetenekli kadın belgeselci Leni Riefenstahl Olmpia ve Azmin Gücü adlı destansı filmleriyle Nazi propagandasına destek olmuştu. Hitler ve bakanlarına bu da yetmedi ve "#m Yıl Boyunca Reich" filmini çektirdiler.
Film ve resim karelerine savaşla ilgili her tür sahne kaydedildi. Fabrikalar, eğitim kampları, göreve gönderilen askerler, Berlin’in tekrar inşası, sanat ve politika. Etnik temizlik de tüm planın bir parçası olduğundan toplama kampları da filmde yer alıyordu. Naziler tam anlamıyla "şecaat arz ederken sirkatini söylüyordu." Ne kadar kahraman olduklarını anlatmak için gerçekleştirdikleri etnik temizliği kanıt olarak gösteriyorlardı.
Almanya savaşı kaybedip Hitler intihar ettiğinde Nazi savaş suçlularını yargılamak üzere uluslararası bir mahkeme kuruldu. Mahkeme 20 Kasım 1945’de Almanya’nın Nürmberg şehrinde başladı. ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği’nden gelen hakimlerin oluşturduğu bir kurul mahkemeyi yönetiyordu.
Nazi savaş suçluları, görgü tanıklarının ve işkence kurbanlarının ifadeleri alınarak yargılandı. Yargıçlar delillerin sadece konuşulanlardan ibaret olacağından korkuyordu. Dahası olayların boyutlarının ne olduğu sürekli sorgulanıyordu. Ölüm ve acı savaşın normal bir parçası kabul ediliyordu. Nazilerin çizgiyi geçtiğini ispat eden herhangi bir delil var mıydı?
O sıralarda CIA’nin başında olan ve "vahşi" lakabıyla anılan Bili Donovan sayesinde farklı arşivlerden belgeler mahkemeye akmaya başladı.Bunların arasında Nazilerin yönetim birimlerinin yazışmaları da vardı. Bu belgelere dayanarak da yargılananlar mahkum edildi.
Hitler ve Goebbels’in sinemaya ilgileri sayesinde, Nazilerin yaptıkları ve toplama kampları filmlerinde delil olabilecek birçok unsur ortaya çıktı. Nazilerin ne kadar korkunç olduklarını hayal gücüne bırakmayan belgelerdi bunlar.
Hitler çok iyi biliyordu ki bir resim bin söze bedeldi.
Duruşmaların sonunda yirmi bir Nazi subayı çeşitli savaş suçlarından hüküm giydi. On ikisi ölüme mahkum edildi, gerisi hapse gönderildi. Daha ah düzeydeki askerler ve gardiyanların davalarından da 24 idam 128 hapis kararı çıktı.
Bu dava için daha sonra özür dileyenler oldu. İçinde bulundukları koşullardan dolayı kişilerin suç olarak görmedikleri eylemleri yaptıkları için cezalandırılamayacağı söylendi. Ancak ABD Yüksek Mahkemesi Başkanı Robert Jackson bireyin bilinci dahilinde yaptığı her davranıştan sorumlu olduğunu savunan fikirleri kabul gördü.Savaş suçları konusunda fazla anlaşmazlık yoktu. İşlenen suçlar gelecek kuşaklara ibret olması için kayıtlara geçti.
 
ESKİ DOST DÜŞMAN OLMAZ DEME, OLUR!
Hindi Çin’de 30 Yıl Süren Savaşın Başları 1945,Fransa ve ABD Hindi Çin’de
 
Dünyanın iki büyük devletini berbat bir yenilgiye sürükleyen, hükümetlerinin düşmesine yol açan ve gereksiz ve trajik bir biçimde bir milyonun üzerinde insanın ölümüne yol açan politik kararlara bir göz atmadan bu "fiyaskolar" koleksiyonu tamamlanmış sayılmaz... Bu kararlar Hindi Çin savaşının orijinal temelleridir...
1945’de Pasifik’teki politik paradigma bugün birçok kişinin kavradığından çok daha acayip ve karmaşıktı ve tuhaflığın odak noktası da Hindi Çin’di.
Olayın başlangıcı 1940 yıllarının Fransa’sına, Almanların yıldırım saldırısından önce Fransızların yürüttüğü o feci altı hafta kampanyasından sonra uğradıkları acı yenilgiye kadar gidiyor. Bununla birlikte tüm Fransa Alman işgali altına girmemişti aslında savaş sırasında Fransa saf değiştirmişti de denebilir. Kuzey Fransa ve Paris’le birlikte kıyı bölgeleri doğrudan işgal edilmişti ama Fransa’nın geri kalanı işbirlikçi bir hükümet tarafından yönetilmeye başlanmıştı.
1940-44 yılları arasında dünyanın her tarafındaki Fransız birlikleri faşistlerin saflarında savaşmak durumunda kalmışlardı. Bu utanç verici çöküşten sonra Fransız sömürgelerindeki yöneticiler bir seçim yapmak zorunda kaldılar ve hemen her durumda faşistlerin tarafını seçtiler, en azından ufukta bir Müttefik donanması görünmediği sürece.
Böylece 1940 sonlarında Japonlar Çin’e karşı yürütmekte oldukları savaşı güçlendirmek için Fransa’nın sömürgesi olan Hindi Çin’de deniz ve hava üssü kolaylıklarından yararlanmayı "rica ettiklerinde" işbirlikçi Fransız Vichy hükümeti bu isteği kabul ederken neredeyse bir zil takıp oynamadığı kaldı.
1941 ortalarında Japonlar açıkça Hindi Çin’i işgal ettiler ve en ufak bir direnişle karşılaşmadılar. Ve bundan sonra da hikayenin gerçekten ender rastlanan bölümü geliyor... bundan sonraki dört yıl boyunca Fransız yöneticiler, bürokratlar, askeri personel ve polis güçleri Japonlarla tam bir işbirliği içinde oldular. Gerçekte Pasifik bölgesinde Japonların yanında yer almışlardı.
Ama 1944’e gelindiğinde Pasifik’teki durum değişmeye başlamıştı. İlginç ve pek görülmeyecek bir operasyon sonucunda Amerikan deniz piyadeleri Ho Si Minh liderliğindeki Vietnam ulusal güçleriyle ilişkiye geçerek lojistik ve eğitim desteğinde bulunmayı önerdiler. 1945’de artık bu güçler kuzey Hindi Çin’de Japon kuvvetlerine karşı müthiş bir savaş yürütüyorlardı. Denizde de İngiliz donanması Japonların üslerini ve limanlarım bombalıyordu. Bu sıralarda Fransızların sesi soluğu çıkmıyordu.
Belki de dönüm noktası Roosevelt’in ölümüydü, çünkü ABD Başkanı Japonlarla yaptıkları işbirliğinin karşılığında Fransızların ödeyeceği bedelin Hindi Çin yarımadasındaki sömürgelerini kaybetmek olacağını açıklamıştı. Amerikalılar savaştan sonra özgür ve bağımsız bir Hindi Çin görmek istediklerini söylüyordu.
Amerikalılar savaşın bitmesinden sonraki bir yıl içinde Filipinler’in de bağımsızlığına kavuşacağına söz vermişlerdi ve böylece bölge politikasına da uygun düşüyordu. Bu kritik vaatler Batı emperyalizmine karşı Doğu’nun özgürlüğü için savaştığını söyleyen Japon propagandasına karşı devreye sokulan etkili silahlardı.
Japonya’nın teslim olmasıyla birlikte Çin, Burma ve Endonezya’da önemli sayıda Japon birliği mahsur kaldı. Aynı durum Hindi Çin için de geçerliydi. Ho Si Minh’in yönetimindeki ulusal güçler, Amerikan deniz piyadelerinin de tam desteğiyle, Hanoi’ye girdi ve burada özgür ve bağımsız bir cumhuriyet kurulduğunu ilan etti.
Vietnam tarihinin bu dönemi ve ABD ile olan ilişkileri bugün bir hayli karışık yorumlara ve yanlış değerlendirmelere konu olmaktadır. Gerçekte Ho Si Minh’in daha o zamanlar Stalin ve Mao ile ittifak içinde Hindi Çin’e komünizmi getirmeye kararlı olup olmadığı tartışılmaktadır. Bu konudaki gerçeği belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama daha sonraki haftalar evdeki hesabın çarşıya uymadığını gösteren iyi bir örnek oluşturmaktadır.
Bir süre sonra, bazı yönetsel sorumlulukları üstlenmek, on binlerce Japon esirini teslim almak ve kamplara yerleştirmek üzere İngiliz birlikleri karaya çıktılar. Ho birçok kez Amerikan Anayasasından ve Abraham Lincoln’un konuşmalarından alıntılar yaparak kendi ülkesi için istediği modeli ortaya koydu ve savaştan sonra da Hindi Çin’in bu doğrultuda kalkınmasını sağlamak için Amerikalılardan yardım talebinde bulundu.
Amerikalı danışmanlar sosyalist olmasına rağmen Ho Si Minh ile birlikte çalışabileceğini ama Hindi Çin’deki Fransız sömürge yöneticilerinin yozlaşmış bulunduğunu ve bir an önce onlardan gayri resmi bir şekilde kurtulmak gerektiğini bildirdiler.
Ve ardından da Fransızlar geldiler.
Yabancı lejyon birliklerini de içeren Fransız kuvvetleri ağır bir Alman aksanıyla konuşan yeni askere alınmış tecrübesiz birliklerden oluşuyordu. Böylece onlar da Hindi Çin’deki kalabalık askeri nüfusa karıştılar. Amerikalıların desteğinden İngilizlerin kontrolüne ve ardından Fransızların ortaya çıkmasına uzanan bu karmaşık geçiş döneminde gerçekten çok tuhaf ve dikkat çekici bir olay meydana geldi.
Esir kamplarındaki Japon askerleri serbest bırakıldı, silahları da geri verildi ve sokaklara salınarak güvenliği sağlamaları istendi. Batıkların özgürlük ideallerini paylaşan bir halka küçültücü bir şey söylenecekse eğer, işte burası tam yeriydi. Özgürlük için savaşan insanların güvenliğini sağlamak için acımasız bir düşman ortalığa salınmıştı.
Fransızlar Hindi Çin Cumhuriyetini kabullenmeden önce biraz ileri-geri laf ettiler ama İngilizlere benzer bir şekilde bir Fransız Milletler Topluluğu’nun parçası olacağına ilişkin söz verilince seslerini kestiler. Çok ilginç bir şekilde ve savaş alanındaki yüksek rütbeli askerlerin her birinin itirazına ve Vietnam halkının kendi kaderini tayin etmeye kararlı olmasına rağmen Truman Fransızların bölgeyi yeniden işgal etmesini destekledi.
Truman, savaş sonrasında Fransa ile ilişkiler açısından DeGaulle’ün bunu önemli bir sorun haline getirdiğini belirtiyor ve düşmanla işbirliği yapsın veya yapmasın Fransız ulusal gururunun bütün sömürgelerin geri verilmesini gerektirdiğini söylüyordu. DeGaulle’ün gösterdiği duyarlılığın yanı sıra Ho Si Minh de savaş sonrası dönemde güçlenmekte olan Mao’nun komünistlerini ülkeye davet etmeye hazırlandığına göre Truman’ın gösterdiği yol akla uygun görünüyordu.
Böylece gelişmeler bu yolda ilerledi. Amerikan ve İngiliz desteği ve danışmanları Hindi Çin’den ayrıldı, Fransa da bölgedeki işgal kuvvetlerini yeniden oluşturup durumunu güçlendirmesinin ardından Ho Si Minh ve hükümetini sıkıştırmaya başladı. (Bu arada ABD ve İngiltere’nin şiddetli protestolarının sonucunda Japon askerleri de sokaklardan geri çekmişti.) 1946’nın sonunda Ho Si Minh Fransızlarla işbirliği yapmanın her türlü bahanesini bir kenara koyarak Hanoi’den kaçtı ve gerilla savaşı kaldığı yerden yeniden başladı.
Artık en azından Fransızların komünist tehdide karşı dile getirdiği görüşler dikkate alındığında ABD açık bir şekilde Fransa’nın yanındaydı. Truman Doktrinini oluşturmaya çalışan ABD için Fransa’nın Ho’yu bastırma çabalarına askeri destek vermesi mümkün değildi. Buna karşılık Ho da bir süre sonra silah ve cephane sağlayabileceği tek kaynağa Çin’deki komünistlere ve Stalin’e yöneldi. Oysa Çin Vietnam’ın tarihsel bir düşmanıydı.
Bu ateşin sönmesi için otuz yıl süren bir savaşın geride kalması gerekecekti. Aslında her şey şu paradokstan ortaya çıkmıştı: II. Dünya Savaşı’nda ABD’nin yanında yer alan bir halkın yok edilmesi için aynı savaş sırasında ABD’ye karşı savaşan Fransız yönetimine destek verilmişti...
 
GERİYE ÇEKİLİN ÇOCUKLAR, BAŞKANA BİRAZ YER AÇIN!
Gizli Servis ve Başkanın Korunması 1963, Dallas, Texas
 
Son zamanlarda gazetelerin başlıkları Gizli Servis ajanları üzerinde odaklaşmıştı; yakın koruma görevi yapan, aynı tornadan çıkmış gibi görünen, düzgün giyimli bu görevlilerin işi her zaman Başkan’ın hemen yanında olmaktı. Gerçi bazen bu zorunluluk onları sorumluluklarının gereği olan istek ve dilekleriyle çatışma içine sürükleyebiliyordu.Ama aslında Gizli Servis işe böyle başlamamıştı.
Ne ilginçtir ki, Gizli Servis’in kuruluşu 1865’de suikasta kurban giden ilk ABD Başkanı Abraham Lincoln döneminde oldu ve başlangıçtaki görevleri kalpazanları yakalamak, uyuşturucu kaçakçılarını engellemek, haraç ve mafya örgütlenmesini izlemek ve buna benzer diğer işlerdi.
1800’lerin sonlarında ve 1900’lerin başlarında ABD devlet başkanları Gizli Servis ajanlarını savaş zamanında istihbarat çalışması yapmakla ve aynı zamanda arazi sahtekarlıklarıyla ve kamu kuruluşlarındaki yozlaşmayı izlemekle de görevlendirdiler. Zaman içinde ajanların bazıları FBI’ı oluşturmak ve daha önce Gizil Servisin sırtına yıkılmış kimi işleri üstlenmek üzere Adalet Bakanlığı’na aktarıldılar.
1901’de Gizli Servis elemanları başkanları korumakla resmen sorumlu oldular ama Kongre 1906’ya kadar bu görev için bütçeden pay ayırmadı ve bu arada üç ABD Başkanı, Lincoln, Garfield ve McKinley suikasta kurban gitmesine rağmen 1951’e kadar da bu görevlendirmeyi kalıcı bir atamaya dönüştürmemekte direndi. Bu durumda devlet başkanları askeri ve özel korumalardan oluşan karma bir grup tarafından korunmuştu. Her iki grup koruma da en yüksek düzeydeki devlet görevlisinin emirlerini yerine getirmek konusunda her zaman çok duyarlıydılar.
Politik hayvanlar olan başkanlar genellikle seçmenleriyle yakın ve bire bir ilişki kurarak kampanya yürütmek istiyorlardı; özellikle de radyo ve televizyon öncesinde bu tür bir kampanya çok sayıda yüz yüze ilişkiler, el sıkışmalar, bebeklerin öpülmesi falan gibi şeyler gerektiriyordu.
Aynı şekilde başkanlar bazı temaslarında ve danışmanlarıyla görüşmelerinde belirli ölçüde gizlilik de istiyorlardı. Her iki durum da başkanların korumalarına sık sık geri çekilmesini emretmesine yol açıyordu; ya seçmenleriyle başkanın arasına girmemeleri ya da sadece belirli kulakların duyması gereken konuşmaları duymamaları gerekiyordu.
Başkan William McKinley tam da böyle bir durumda öldürülmüştü; korumalarına fazlaca geri çekilmelerini söylediği bir sırada anarşist Leon Czolgosz’un saldırısına uğramıştı ve adamları müdahale edemeyecek kadar uzaktaydılar.
Giderek sadece başkanı ve ailesini korumakla görevlendirilen Gizli Servis bir eylem planı hazırlamayı başardı ve zamanla tecrübe ve araştırmayla ABD’nin en üst düzey görevlisinin güvenliğini iyice sağlama alacak önlemler geliştirdi.
İlk önlem Gizli Servisin günün 24 saati görevli olmasıydı. Başkan Wilson Mrs. Edith Bolling Galt ile flört ederken Gizli Servis elamanları da artık onlarla birlikteydi. Aynı şekilde Başkan Coolidge ölüm döşeğindeki oğlunun başında üzüntüden kahrolurken, İkinci Dünya Savaşı sırasında Franklin Delano Roosevelt dünyayı dolaşırken ya da Truman gece geç saatlerde poker partileri düzenlerken Gizli Servis ajanları da hep yanlarındaydılar.
Ajanlar başkanın çocuklarıyla birlikte okula gidiyor, arkadaşlarıyla buluştuklarında, hatta flörtlerinde onlara eşik ediyor, evlendikten sonra halaylarına bile birlikte çıkıyorlar, onlara yapılan kurları bile yakından izlemek durumunda oluyorlardı,
İşte böyle yaklaşık 60 yıl boyunca Gizli Servis görevini en iyi şekilde yerine getirdi. Ve sonunda Dallas’daki o meşum gün geldi: 22 Kasım 1963.
ABD’nin 35. Başkanı John Fitzgeral Kennedy Beyaz Saray’a ulaşıncaya kadar önüne çıkan sayısız engeli aşmıştı. Gençliği (43 yaşındaydı ve o zamana kadar seçilen en genç başkandı) ve dinsel mezhebi (Katolikti) Amerikalıların başkanı olabilmesi için üstesinden gelinemeyecek engeller olarak değerlendirilmişti. Bu özellikleriyle kendisini "halkın tercihi” olarak düşünmesi mümkün değildi.
Bu gibi sorunları aşmak için Kennedy televizyonu kullandı; Beyaz Saray’a turlar düzenleyerek, Barış Birlikleri gibi programlar hazırlatarak televizyonda yayımlattı. Sıradan insanlara hitap eden bu gibi programlar sayesinde kitleler kendilerini yönetimin bir parçası olarak hissetmeye başladılar.
Bu tarz düşünme Kennedy’yi başkanla halkı birbirinden ayıran bazı geleneksel engelleri de ortadan kaldırmaya sevk etti. Böylece Dallas’daki o meşum günde otomobilinin etrafından Gizli Servis ajanlarının uzaklaşmasını isteyen Kennedy kendi ölümünü de kolaylaştırmış oldu. Ajanlar yakın koruma görevinde olsaydılar nişancının görüş alanını engelleyebilirler ya da başkanın vurulmasının hemen ardından hızla gelişen ölümcül sonuçları engelleyecek önlemleri alabilirlerdi.
Başkanın halka daha açık olma ve kendisiyle kitleler arasındaki engelleri ortadan kaldırma isteği ve Gizli Servisin de buna boyun eğmesi herhalde ölümüne yol açan nedenler olmuştu.
 
HEM İNGİLTERE’NİN, HEM SSCB’NİN EN İYİ ADAMI: PHILBY
İngiliz Gizli Servisinin 2 Numarası Sovyet Köstebeği 1963, Moskova
 
Stewart Menzies İngiliz Gizli İstihbarat Servisini (SIS) yönetecek ideal adam gibi görünüyordu. Yüksek sosyetenin içindeydi, bazılarına göre İngiltere Kralı VII. Edward’ın gayri meşru çocuğuydu, etrafındaki çok sayıda dostuyla gösterişli bir yaşamı ve hayatını rahatça sürdürmesine olanak sağlayan bir zenginliği vardı.
Adamlarının işlerini iyi bir şekilde yapacağına inanıyor ve yollarının üzerine çıkarak onları engellemiyordu, böylece servis esas olarak kendi kendini yönetiyordu. Günün birinde kendisine bir halef seçmesinin zamanı geldiğinde etrafına daha dikkatli bir şekilde baktı, atayacağı kişinin son yıllarda neler yaptığını bir kez daha gözden geçirdi.
Sonuçta Menzies’in yerine seçtiği halef Kim Philby adında sıcakkanlı birisi oldu. Cambridge Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Philby, İkinci Dünya Savaşı sırasında Menzies’in yönetimi altında yürüttüğü çalışmalarıyla profesyonel istihbaratın en iyi ve parlak adamlarından biri olarak değerlendiriliyordu ve daha üst görevlere getirilmesine kimsenin bir itirazı olamazdı.
Biraz saha tecrübe kazanması için Philby önce 1947-1949 yılları arasında Türkiye’ye gönderildi. Buradan da oldukça kıyak bir mevkiye aktarıldı; Washington’a gönderilerek SİS ile CIA ve FBI arasındaki irtibat sorumlusu yapıldı.
Amerikalılar kollarını açarak Philby’i kucakladılar; savaş zamanındaki başarılarının hikayelerini anlatarak pohpohladılar ve SİS’in anti-Sovyet bölümünü kurduğu sırada edinmiş olduğu bilgi ve tecrübeden kendilerine bir şeyler aktarmasını sağlamak için ellerinden geleni yaptılar. En üstteki yöneticiler de dahil olmak üzere Philby istediği herkese ulaşabiliyor, her yere girip çıkabiliyordu.
Kendisine bütün kapılar sonuna kadar açılmıştı. Philby’nin görevi iki Amerikan gizli servisiyle, CIA ve FBI ile iki İngiliz gizli servisinin SİS ve M16 arasındaki bilgi akışını sağlamaktı. Nitekim Philby de tam anlamıyla kendisini işe kaptırdı ve iki tarafın da toparladığı istihbarat bilgilerini denetimi altına aldı.
Menzies himayesine aldığı bu genç yeteneğin ABD’deki çalışmalarıyla ilgili olarak parlak raporlar alıyor ve ne kadar doğru bir halef seçtiğine ilişkin kendisini kutlamadan duramıyordu.
Ama bu arada küçük bir sorun vardı. Philby gerçekte diğer tarafa çalışıyordu, hayır canım ABD’ye değil Sovyetler Birliği hesabına çalışıyordu; yani kendisine karşı çalışmada uzman olduğu varsayılan yabancı güç hesabına faaliyet yürütüyordu.
1933 yılına dönerek devam edecek olursak; bu tarihte henüz Cambridge Üniversitesi’nde olan Philby Sovyet Gizli Servisi OGPU ajanlarının dikkatini
çekmiş (muhtemelen onlarla işbirliği içindeki bir üniversite hocasının uyarısıyla) ve Sovyet davasına sempati gösteren genç ve ayrıcalıklı İngiliz entelektüellerinden biri olarak değerlendirilmiş, kendisine yakınlaşılmıştı.
Kurulan ilişki çerçevesinde politik ve teorik görüşlerini ifade edince belirli konuların ele alındığı felsefi araştırmalarda kendisinden yardım isteyerek işi ilerlettiler. Ancak kendisini OGPU’da işe alanlar hiçbir zaman niyetlerini açıkça söylemediler, maksatlarını tam olarak ortaya koymadılar.
Philby’nin kendi sözleriyle de durum şöyleydi: "Haziran 1933’de işe başladım ve İngiliz entelijansiyası arasına sızmakla görevlendirildim. Ancak bu görevin ne kadar uzun süreceğinin bir önemi olmadığı söylendi."
Washington’da Philby İngiliz ve Amerikan istihbaratıyla ilgili bilgileri değerlendirmek üzere derhal bir mekanizma oluşturdu; kendisini kontrol etmekte olan Sovyet ajanlarına birçok yararlı bilgiyi aktarıyordu tabu ama daha sonra dönüp kendisini tuzağa düşürecek herhangi kritik bir bilgiyi vermiyordu. Böylece asıl bağlı olduğu tarafın eline de kendisini deşifre etmekle tehdit edebilecekleri bir bilgi geçmemiş oluyordu.
Philby’nin Sovyetler Birliği’ne aktardığı sırlar hayli önemli olmakla birlikte asıl tahrip edici etki, herhangi bir operasyonu çökertmesi falan değil, İngiliz ve Amerikan istihbarat servisleri arasına kolay aşılmayacak bir güvensizlik duygusunu yerleştirmiş olmasıydı. İki ülke arasındaki özel güven ilişkileri bundan sonra hep bir kuşkunun gölgesi altında kalacak ve gizli servis ajanları bir daha en yakın yoldaşlarına bile bütünüyle güvenemeyeceklerdi.
Bununla birlikte Philby Menzies’in yerine SIS’in başına geçmeyi hiçbir zaman başaramadı. Menzies emekliye ayrılarak Philby’i yerine atayacak olsa bile, bu konuda onayı olması gereken Dışişleri Bakanlığı çaktırmadan Philby’i izlemeye karar vermişti. Nitekim bir süre sonra bu adamın hilekar olduğunu, zaman geçtikçe daha tedirgin ve gergin hale gelmeye başladığını gözlediler. Bu arada çift taraflı bu çalışmanın verdiği ağır yüke dayanmak için Philby de fazla içmeye başlamıştı. Dışişleri Bakanlığı Philby’i düşünülen görev için uygun bulmuyordu ama Menzies de zamanı geldiğinde himayesi altındaki adamın yükseleceğinden emindi ve bunda da ısrarlıydı.
Bununla birlikte Philby böylesi bir atamadan önce kendi kusurlarını ortaya dökünce Menzies de böylesine yüz kızartıcı bir işten kurtulmuş oldu. İngiliz Gizli Servisi içindeki Sovyet köstebekleri olan Donald MacLean ve Guy Burgess CIA tarafından açığa çıkarılırken Philby de bu operasyona yardım ederek böylece kendisini kurtarmaya çalışıyordu ama yine de tehlikeli ve nazik bir durumla yüz yüze olduğunu anlamıştı. Ve sonunda Moskova’ya kaçmayı başardığında gerçekten de kuşkulu hareketleriyle ilgili olarak bir süreden beri izlemeye alınmıştı.
Moskova’ya kaçarak kendisini açığa çıkarmasının bir nedeni de yerine bıraktığı dördüncü casusu, Sir Anthony Blunt’ı kurtarabilmekti. Nitekim Blunt, yıllar sonra İngiliz casus avcıları tarafından yakalandığında çoktan Kraliçe tarafından "Sir" unvanıyla ödüllendirilmişti bile.
Böylece vaktiyle SIS’in başına getirilmesi düşünülen en iyi casus, gerçekten de o zamana kadar İngiliz Gizli Servisinin bulduğu en iyi casustu.
 
ÜÇ-BEŞ KURUŞ TASARRUF EDELİM DERKEN
Nihayetinde BBC de Bir Bürokrasidir 1967, İngiltere
 
Bir yayın kuruluşu olarak İngiliz BBC’nin kaliteli yayıncısı oldukça azdı. 70 yılı aşan bir süre BBC konserler, belgeseller, komediler, çocuk programlan, eğitim programlan, drama dizileri, çağdaş ve klasik oyunlar üretti ve yayımladı; radyo ve televizyon haberleri tüm dünyada en güvenilir ve saygın haberler olarak kabul ediliyordu.
1922 yılında İngiliz Posta Teşkilatı tarafından İngiliz Yayım Şirketi (British Broadcasting Company-BBC) olarak kaydı yaptırılıp, ruhsatı alınırken Posta Genel Müdürlüğü’nün, yani patronunun uygun bulduğu hizmeti sağlamak amacını taşıyordu. Niyetler mükemmeldi. Şirket radyoda İngiliz ürünlerinin tanıtımını yapıyordu. Halk üzerinde kötü veya olumsuz bir etkilemeye yol açmadıktan sonra yayınların özgürdü. Mali olarak ise doğrudan izleyicilerinin ödemeleriyle ayakta duracaktı.
BBC yayınlarını dinlemek ve daha sonra televizyonları izlemek isteyenler Posta Teşkilatına belirli bir ruhsat ücreti ödemek zorundaydılar. Başlangıçta yılda 10 şilin olan ücret daha sonraları 70 paunda kadar çıktı. Hükümetin desteğindeki bir tekel olarak BBC on yıllar boyunca yayın alanını istediği gibi elinde tuttu.
Bağımsız radyo ve televizyon kuruluşlarına izin verilmesine ve BBC’nin işgalindeki yayın dalgalarından yararlanmalarına kadar uzun zaman geçti. Bundan sonra bile satılan her televizyon, alıcısı BBC’yi izlese de izlemese de, bir ruhsat parası ödemek zorundaydı. Bu ödemeler ve programların telif ücretleri BBC’nin mali kaynaklarını oluşturuyordu.
Bir kamu kurumu ve bürokratik bir aygıt olmasına rağmen ne yayımlayacağı konusunda hayli geniş bir özerkliğin tadını çıkarıyordu. Tam gün TV yayını 1980’lerin ortalarına kadar onaylanmadı. Ticari kaygılar taşımamanın sağladığı rahatlıkla BBC yayınları düzeyli, tarafsız ve kaliteli olma olanağına kavuşuyordu.
Bu özgürlük ve avantajlardan yararlanan BBC tümüyle ticari bir TV kanalında yer alması çok zor çocuk programları, konserler ve diğer eğitici yayınlar yapabiliyordu. Radyoda da dünyaca ünlü orkestraların yanı sıra İngiliz ve Amerikan pop müziğinin yıldızları, Beatles, Rolling Stones, Jimi Hendrix, Chuck Berry konserleri dinlenebiliyordu. En ünlü programlarından biri 1963’ten 1989’a kadar devam eden bilimkurgu dizisi Doctor Who (Doktor Kim) idi.
Ama bu arada, maalesef BBC de, herhangi bir kamu kuruluşunda görülebilecek bazı dertlerden mustaripti. Gelirleri sabit olan herhangi bir şirket bazı harcamalarını kısmak ve bütçesinde belli kısıtlamalar yapmak zorundaydı. Buna BBC de dahildi.
İlk BBC programları Film Merkezinden sağlanan uzun süreli film ve oyunlardan oluşuyordu. Ticari kayıtların devreye girmesiyle birlikte BBC arşivlerine de standart bir ölçü getirildi. Personele bütün programların film kopyalarını saklama emri verilmişti ama video ve ses kayıtları için aynı emir tekrarlanmamıştı.
1978’e kadar BBC Mühendislik Bölümünün denetiminde olan video kasetler ancak bu tarihten sonra film merkezine aktarıldı. Kasetler nispeten daha küçük bir arşivde saklanıyor ve zaman zaman dış ülkelere satış olanağı olup olmadığını anlamak için yeniden izleniyordu. Pek çok görsel ve sesli programlar ve diziler, filmler, belgeseller başka ülkelere satılıyordu. 1970’ler ve 1980’lerde dünyada en çok izlenen bilimkurgu dizisi Doctor Who da bunlardan biriydi.
Sonra arşivlerdeki yerlerin yeterli olmadığı ve pahalıya mal olduğu günler geldi. Böylece 1967 yılında adı bilinmeyen bir bürokrat, günlerden bir gün depolarda bulunan ses ve video kasetlerini silip temizleyerek yeniden kullanılabileceğini akıl etti ve harekete geçti. Gerek Film Merkezi, gerekse Mühendislik Bölümü tüm programların tarihsel kopyalarının tutulmasından diğerinin sorumlu olduğunu düşünüyordu.
Ve 1978’e gelindiğinde birçok program bir güzel yok edilmiş ve elde hiçbir kopyası kalmamıştı. BBC bir arşiv sorumlusu tayin ederek nelerin yok edildiğini saptamak ve dünyanın her tarafından, yabancı yayın kurumlarından ve koleksiyonculardan kendi orijinal programlarının kopyalarını bulmak için uğraşmaya başladı. Kaybedilen hazinelerin ancak çok azının kopyası bulunabildi.
Bu arada büyük bir şans eseri olarak dünyaca ünlü Doctor Who’nun eksik bölümleri de toparlanabilmişti. Yakın zamanlarda iki müzik prodüktörü ortaya çıktı ve vaktiyle verilen silme emrine uymadıklarını ve Rolling Stones’un ilk kayıtları da dahil olmak üzere bazı eşi olmayan programların kayıtlarını sakladıklarını açıkladılar. Şimdi bu "kayıp kasetler" BBC’ye küçük bir servet kazandırabilir ama geri gelmeyenler dikkate alındığında elde olanlar pek bir şey değildir.
Üç-beş kuruş tasarruf edelim derken müzik ve yayın tarihinin paha biçilmez eserleri kaybolmuştu. Boş kasetlerin fiyatı 2 ile 9 pound arasında değişiyordu. Oysa bunların üzerinde orijinal olarak kaydedilmiş programlardan BBC milyonlarca pound kazanabilirdi. Kaybolanlar arasında Beatles’ın ilk konserleri, önemli dramalar, belgeseller ve tarihsel spor programları yer alıyordu.
Bugünkü değerleri milyarları bulurdu. Ama depoda bir parça yer kazanmak ve birkaç bin pound tasarruf etmek için akıl almaz bir iş yapılmıştı. Zamanında üzerinde doğru dürüst düşünmeden bulunulan bir çözüm uygun gibi görünmüştü ama eşine az rastlanır bir rezalet ortaya çıkmıştı.
 
TİPİNİN YAPTIĞI EN İYİ İŞ
Seçilmemeyi Nasıl Başarabilirsiniz?1978, Chicago
 
Chicago "Çalışkan Kent" diye ün yapmıştır; özellikle belediyede hemen her türlü iş zamanında yapılır, çöpler düzenli toplanır, caddeler iyi temizlenir ve diğer belediye işleri savsaklanmaz. Şubat 1978’de Chicago şiddetli bir kar fırtınasına yakalandı. Kentin kar sorumlusu işlerin altından kalkamadı diye eleştirildi.
Efsanevi Belediye Başkanı Richard J. Daley’in ölümünden sonra yerine geçen Michael A. Bilandic hava koşullarının ani değişimiyle kentin bir daha böyle kötü bir sürprize yakalanmamasını sağlamak konusunda kararlıydı.
Nisan 1978’de Bilandic bir komisyon kurarak benzer bir durumda kar fırtınasıyla nasıl mücadele edileceğinin bir planının çıkarılmasını istedi. Komisyonun başkanlığına getirilen avukat Kenneth Sain deneyimli bir yerel yöneticiydi ve 1977’deki istifasına kadar Daley ve Bilandic’le birlikte çalışmıştı. Bir dizi araştırmadan sonra Sain kentin karla mücadelesini yapacak yeni firmasının seçildiğini ilan etti; uzun yıllardır bu işi yapan Barton-Aschmann Asociates yerine başka bir firma ile anlaşma yapılmıştı.
Aralık ayının ilk günü Chicago’ya yağan kar yaklaşık 30 santimetreyi bulmuştu. Sonra kar yağışı daha da arttı ve kar kalınlığı bazı bölgelerde 45 santimi geçti. Tam o sıralarda, 23 Aralıkta da komisyon 23 sayfalık son raporunu yayımladı ve belediye firmaya 90 bin dolar ödeme yaptı. Rapor güya bazı önlemler ve malzeme alımını içeriyor ve karla mücadele açısından izlenecek yeni politikalar öngörüyordu. Caddeler ve meydanlar hızla temizlendi ve karla nasıl başa çıktık diye herkes sevinçle birbirini kutladı.
Yılbaşı gecesi yine kar yağdı ve kalınlığı 30 santimi bulunca kentin sorunları da yine baş gösterdi. Temizlik ve Sağlık Müdürü Emmit Garrity yönetimindeki çalışmalar ciddi eleştirilere maruz kaldı, çünkü karla mücadele programının öngörüleri çerçevesinde yollardaki araçların çekilerek karın temizlenmesi bir haftayı bulmuştu. Çalışmalar en sonunda tamamlanmıştı ama bu arada 12 Ocak günü de kentin tarihindeki en büyük kar fırtınası kapıya dayanmıştı.
14 Ocak 1978 tarihli Chicago Tribüne gazetesinin manşeti "TİPİ..." idi. Son üç gün içinde kente yağan karın kalınlığı 70 santime yaklaşmıştı. Şiddetli kar yağışı, soğuk ve hızı saatte 80 kilometreyi aşan rüzgar kentteki yaşamı felç etmişti. Uluslararası O’Hare Havaalanı kapandı ve kent içi trafik durdu.
Olağanüstü durum ilan eden Belediye Başkanı Bilandic arabaların yollardan çekilmesi çağrısı yaptı. Arabaların okulların bahçelerine ve park alanlarına çekilmesini isteyen Blandic karların temizlenmesi için yolların boşaltılması gerektiğini belirtiyordu. Belediye başkanının istekleri polis tarafından zorla uygulanacak ve yollarda bırakılan arabalara ceza kesilecekti.
Ancak Bilandic’in park alanı olarak kullanılmasını önerdiği 103 yerden çok azı karlardan temizlenmiş ve halkın kullanımına uygun durumdaydı. Arabalar kar tepelerinin altında kalmış ve kar temizleme makineleri caddelerden geçemediği için yan sokaklar iyice kardan geçilmez duruma gelmişti. Park alanlarıyla ilgili kendisine yanlış bilgi veren görevlileri cezalandıran Bilandic halktan özür diledi.
Ayrıca yollardaki karla başa çakacak miktarda araç da yoktu. Çevredeki kentlerden araç ve personel yardımı istendi. Yardım çağrısına Quebec’ten bile yanıt geldi ama Chicago’daki görevliler kendilerinin kullanılmadığını iddia ettiler. Hiçbir şey yapmadan saatte 57 dolar para alıyorlardı. İşlerine arabalarıyla gidemeyen halk toplu taşım araçlarına yöneldi. Otobüs sistemi de özel arabalardan daha iyi durumda değildi. Caddelerin birçoğunda ancak bir şeritten trafik işleyebiliyordu.
Otobüs tarifeleri bir kenara bırakıldı, üç saate kadar gecikmeler meydana geliyordu. Trenler düzensiz de olsa çalışıyor ama sık sık sorun çıkıyordu. Kentteki raylı sistem de felç olmuş, onlara elektrik sağlayan sistem de göçmüştü. Gerekli bakım yapılmadığı ve ihtiyaç duyulan malzemeler daha önce sağlanmadığı için zaten iki hat daha önceden iptal edilmişti. En sonunda tek bir hattın kardan temizlenmesi becerilerek kısmen hizmete sokulması başarıldığında kar fırtınası da hafiflemişti. Ama bu arada kentteki kar kalınlığı da iki metreyi geçmişti. Yaşlılar evlerinde hapis kaldılar.
Karda yürümeye çalışan birçoğu kayarak düşmüş ve sakatlanmıştı. Çöp toplanması durmuştu. Ayın son günü geldiğinde kentin merkezi ve çevresi hala kardan temizlenememişti. Belediye Başkanı Bitandic karla mücadelede yardıma ihtiyacı olanlar için bir telefon hattı kurmak istedi ama 5.5 milyon nüfus için elinde sadece bir numara vardı. Belediye Başkanının kurduğu komisyon o kadar laf üretmişti ama kent tipiyle başa çıkacak gibi görünmüyordu.
Tüm bunlar olurken Bilandic çeşitli radyo ve televizyon programlarına çıkarak halkı sakinleştirmeye ve yapılabilecek her şeyin yapılmakta olduğuna ikna etmeye uğraşıyordu. Editörlere gönderilen ilk mektuplar kara yenik düşen kentte belediye başkanının istifasını istiyordu. 19 Ocakta halk Sain komisyonunun hazırladığı planı görmek istedi.
İstemeden de olsa belediye planı basına verdiğinde kıyamet koptu; 23 sayfalık raporda genel hatlarıyla bir şeyler söyleniyor ve ardından da çalışanlar işverenlerinin emirlerine uygun davranmalı, karla mücadele sorumlularıyla ilişki kurulmalı gibi çok basit öneriler ve bazı formların nasıl doldurulacağını gösteren örnekler yer alıyordu.
Karları eritmek için tuz atılacak ve temizlenecek güzergahları gösteren 184 harita vardı ama belediye bu haritaların komisyon tarafından yapılmadığını zaten daha önce belediyedeki uzmanlar tarafından yapılmış olduğunu açıkladı. Rapor ne belediyenin park alanlarını belirtiyordu, ne de alınması gereken yeni makinelerden söz ediyordu.
En ciddi suçlama ise Anthony Mazza adında bir kar işçisinden geldi; Mazza komisyon raporunun kendisinin 1973’te hazırladığı master tezinin bir kopyası olduğunu iddia ediyordu. Tüm rapor tam bir rezaletti ve Belediye Meclisi Kenneth Sain’e ödemeyi durdurmaya karar verdi. Ancak bu noktada Sain ile Belediye Başkam Bilandic arasındaki işbirliğinin ve anlaşmanın sadece bundan ibaret olmadığı açığa çıktı.
Emniyet örgütünün bomba ve kundakçılıkla uğraşan bölümünün de yeniden düzenlenmesi için hazırlatılan bir rapor daha vardı. Bir üçüncü rapor da polis ve itfaiye arasındaki işbirliğinin nasıl olması gerektiğini ele alıyordu. Sonuçta toplam olarak Sain belediye için 9 rapor hazırlamış ve karşılığında 242 bin dolar almıştı. Tabii skandal Bilandic’i güç durumda bıraktı ve itibarı zedelendi.
Şubatta yapılan aday belirleme toplantısında Demokrat Parti içindeki rakibi Jane Byrne karşısında kaybetmesi için iki hafta önce yaşanan felaketin ve rezaletin hatırlatılmasına bile gerek kalmadı.
Böylece 1978 kışında Sain ve şirketinin karla ilgili olarak Chicago’da yaptığı en etkili iş Belediye Başkanı Michael Bilandic’i karın içine gömmek olmuştu.
 
BİR SAAT ÇOK MU KISA
100 Saat Savaşı 1990, İran Körfezi
 
Yakında meydana gelmiş bir hata üzerine ikinci kez düşünmek tehlikelidir. Tarih, bugün üzerine olan perspektifinizi de değiştirir. Adolf Hitler’i Almanya Şansölyesi yapan seçimlerin ulusal ruhunu ve görünürdeki istikrarım birçok Amerikalı pek beğenmişti. Başkaları da Joseph McCarthy’nin ülkeyi kurtardığını sanıyordu ama aslında Anayasayı çiğnemekten başka bir iş yapmıyordu.
Körfez Savaşı üzerinden henüz fazla bir zaman geçmemiş olmasına rağmen bugün anlaşılıyor ki, dönemin Başkanı Bush’un aldığı bir asken karar diğerleriyle çelişki içindeydi. Bush "un en iyi kararlarından biri savaşın yönetimini generallere bırakması ve onların da işlerinin gereğini yapmalarına olanak bulmalarıydı.
Örneğin eski Başkan Lyndon Johnson Vietnam Savaşı sırasında uçakların bombardımanlarını günlük emirlerle doğrudan yönetmeye hevesliydi. Bush bunu yapmaya yeltenmedi. Bush’un bir diğer başarısı Irak’ın çevresindeki Arap ülkelerinin askerleri de dahil olmak üzere tüm askeri kadro için ortak bir hareket zemini oluşturmasıydı. Ama bu durum Bush’u kötü bir karar vermeye de sevk etti ve bugün hala Amerikalılar bedelini ağır bir şekilde ödemeye devam ediyor.
Çoğunluğu Amerikan askerlerinden oluşan ve yine Amerikan komutası altında olan Birleşmiş Milletler kuvvetleri Irak ve Kuveyt sınırlarında aylarca oturduktan sonra birden Irak’ı işgale başladılar. Irak’ı aylarca havadan dövdükten sonra birçoğu silah altına yeni alınmış askerlerden oluşan Irak ordusu çok kısa sürede dağıtıldı veya teslim alındı. Her şey iyi görünüyordu.
Ama ABD’nin Arap müttefikleri Saddam Hüseyin’in artık kendileri için bir tehdit oluşturmayacağını garantilemek istediklerinde yeni bir sorun ortaya çıktı. Reel politikayı kavradıklarından ve tarihten gelen tecrübeleriyle Birleşmiş Milletlerin (Amerikalılar diye de okuyabilirsiniz) önde gelen Arap ülkelerinden herhangi birini işgal etmeyeceğini biliyorlardı.
Amerikalıların onlarca yıldır İsrail’e gösterdiği dostluktan ve Sırpların Avrupa’nın ortasında yürüttükleri Müslüman kasaplığına Avrupa devletlerinin yanı sıra ABD’nin gösterdiği soğukkanlılıktan sonra birçok Arap liderinin ABD’nin tutumuna güven duymaması çok doğaldı.
Savaşın üçüncü gününde Irak’ın kaybettiği anlaşılmıştı. Irak’ın en modern silahlı gücü olan Cumhuriyet Muhafızları Saddam Hüseyin’in "bütün savaşların anası" diye nitelendirdiği savaşta hemen tümüyle yok edildi. Kuveyt bütünüyle yeniden ele geçirilirken Bağdat civarındaki hava savunma tesisleri de aylarca etkisiz kalacaktı.
Bağdat sokakları geri çekilen askerler ve sivil halkın kalabalığından yürünmüyordu. ABD silahlı kuvvetleri ile Bağdat arasında Irak’ın tek bir silahlı birliği, Amerikalıların Bağdat’a girişini engelleyebilecek hiçbir güç yoktu.
İlk günlerin çarpışmalarından sonra elde edilen başarı sonucunda dünyanın diğer ülkelerinin ve özellikle Rusya Federasyonunun tutumunu değiştirmesi de önemliydi. Bu ülkeler Birleşmiş Milletler’i arkasına alan ABD’nin Kuveyt’i kurtardığı kanısındaydılar.
BM kararları Irak hükümetinin ne olacağıyla veya Saddam’a ne yapılacağıyla ilgilenmiyordu. Gerçi Saddam’ı ikinci bir Hitler ilan eden Bush her ne pahasına olursa olsun onu durdurmak için çağrılar yaptı ama Amerikan kuvvetleri de geri çekilmekte olan Irak askerilerini takip ederek Bağdat’a doğru ilerlemeye kalkışmadı.Ancak tüm uluslararası değerlendirmelerin ötesinde bir şey daha vardı; geride kalan uzun yıllar göstermişti ki, başka bazı ülkelerde olduğu gibi Arap kültüründe de bulunan bir şeyler fanatiklerin doğmasına yol açıyordu. Bu durum İslam’ın ilk günlerinde de vardı, bugün de hala var.
ABD bu gerçeği dikkate alacak olsa Irak’ı işgal etmekten başka seçeneği olmuyordu. Saddam Hüseyin kendisi dışında ülkesindeki bütün politik odakları tasfiye etmişti, Saddam’ın yerine geçebilecek herhangi bir güçten söz edilemezdi. Irak ordusunun İran’la uzun süren savaşında gösterdiği performans aslında halkın kararlılığını yansıtan bir şeydi. Dolayısıyla bir işgal durumunda Irak halkının göstereceği tepki ABD açısından önemliydi.
Bunun da ötesinde, zaten ABD de Vietnam deneyiminden üçüncü dünya ülkelerinin kontrolünün ne kadar zor olduğunu biliyordu. Yüksek teknolojiye sahip silahlarla yarım milyonluk Irak ordusu çökertilebilir, savaş gücü etkisizleştirilebilirdi ama olası bir işgale tepki gösterecek ve direnişe geçecek bir halkın bastırılması ve denetlenmesi o kadar kolay değildi. Bu halk neler yapabileceğini yakın geçmişte yer alan İran’la savaşta da göstermişti. Diğer Arap ülkelerinde olanlar da yine yeterli bir fikir veriyordu.
Herhalde tüm bunlardan dolayı Başkan Bush Saddam Hüseyin’i parçalanmış ülkesinin başında bırakmış olmalı. Amerikalılar Irak’ı işgal etse bile Saddam’ı hemen kontrol altına alamazlardı. Sovyetler bunu komşuları Afganistan’da denemişler ve başaramamışlardı. Belki de uluslararası baskıdan dolayı bu sonuç ortaya çıkmıştı.
Bu arada ABD’nin Arap müttefikleri de ABD’ye düşman bir yönetimin nasıl devrildiğinin bir örneğini görmek istiyorlardı ama belki de Bush yönetiminin kararı basitçe fazla kayıp vermeme ve planlandığı gibi savaşı 100 saat içinde bitirme arzusuna dayanıyordu. Evet, hangi nedenle olursa olsun, Bush savaşı sona erdiren ve Saddam’ı da Irak’ın başında bırakan kararı verdi.
O tarihten bu yana bölgede çeşitli anlaşmazlıklar ve krizler oldu, Irak biyolojik ve nükleer silahlara sahip olmak için yatırımlarına devam etti ve ABD de uzay programları için harcadığı paradan on misli daha fazla parayı Körfez’de tutmakta olduğu askerleri için harcamaya devam etti. Gelecek on veya yirmi yıl içinde tarih bu kararın doğru olup olmadığını gösterecektir...

Yorumlar (0)
15
açık
Günün Anketi Tümü
En Çok Sevdiğiniz Renk Hangisi?
Namaz Vakti 21 Kasım 2024
İmsak 06:22
Güneş 07:52
Öğle 12:55
İkindi 15:25
Akşam 17:48
Yatsı 19:12
Puan Durumu
Takımlar O P
1. Galatasaray 11 31
2. Fenerbahçe 11 26
3. Samsunspor 12 25
4. Eyüpspor 12 22
5. Beşiktaş 11 21
6. Göztepe 11 18
7. Sivasspor 12 17
8. Başakşehir 11 16
9. Kasımpasa 12 14
10. Konyaspor 12 14
11. Antalyaspor 12 14
12. Rizespor 11 13
13. Trabzonspor 11 12
14. Gaziantep FK 11 12
15. Kayserispor 11 12
16. Bodrumspor 12 11
17. Alanyaspor 11 10
18. Hatayspor 11 6
19. A.Demirspor 11 2
Takımlar O P
1. Kocaelispor 12 25
2. Bandırmaspor 12 24
3. Erzurumspor 12 22
4. Karagümrük 12 21
5. Igdir FK 12 21
6. Ankaragücü 12 19
7. Ahlatçı Çorum FK 12 19
8. Boluspor 12 18
9. Şanlıurfaspor 12 18
10. Manisa FK 12 17
11. Esenler Erokspor 12 17
12. Ümraniye 12 17
13. Pendikspor 12 17
14. Keçiörengücü 12 15
15. Gençlerbirliği 12 15
16. İstanbulspor 12 14
17. Amed Sportif 12 14
18. Sakaryaspor 12 13
19. Adanaspor 12 7
20. Yeni Malatyaspor 12 -3
Takımlar O P
1. Liverpool 11 28
2. M.City 11 23
3. Chelsea 11 19
4. Arsenal 11 19
5. Nottingham Forest 11 19
6. Brighton 11 19
7. Fulham 11 18
8. Newcastle 11 18
9. Aston Villa 11 18
10. Tottenham 11 16
11. Brentford 11 16
12. Bournemouth 11 15
13. M. United 11 15
14. West Ham United 11 12
15. Leicester City 11 10
16. Everton 11 10
17. Ipswich Town 11 8
18. Crystal Palace 11 7
19. Wolves 11 6
20. Southampton 11 4
Takımlar O P
1. Barcelona 13 33
2. Real Madrid 12 27
3. Atletico Madrid 13 26
4. Villarreal 12 24
5. Osasuna 13 21
6. Athletic Bilbao 13 20
7. Real Betis 13 20
8. Real Sociedad 13 18
9. Mallorca 13 18
10. Girona 13 18
11. Celta Vigo 13 17
12. Rayo Vallecano 12 16
13. Sevilla 13 15
14. Leganes 13 14
15. Deportivo Alaves 13 13
16. Las Palmas 13 12
17. Getafe 13 10
18. Espanyol 12 10
19. Real Valladolid 13 9
20. Valencia 11 7